31 Temmuz 2012 Salı

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 5

7. gün
nerde kalmıştık. en son şeyi anlatmıştım. hem delice heyecandan hem stresten hem de sıcaktan çok ilginç bir yolculuktan sonra mentorumuzun acansına, aşık olduğum acansa gelmiştik. çok süper olan fikrimizi bulmuştuk, ben hoop hoop diye hayalden hayale dalmıştım o sırada mentor bana kıl olmuş ve bi güzel laflar yapıştırmıştı, ben yıkılmamıştım bir gün orada olacağıma daha çok inanmıştım ve toplantımız bitince hüzünlü de olsa şimdilik veda etmek zorunda kalmıştım, romantik filmlerdeki veda sahnesinden farksızdı ve giderken Burhan Çaçan bakışlarımla ''dönüşüm muhteşem olucak beybi o_O'' deyip çıkmıştım. eveet sonra acanstan çıktık. artık büyük sunum için bi fikrimiz vardı, geriye sadece bunu güzel bi hale getirip süper bi şekilde sunmak kalmıştı.

sunum günü yaklaşırken içimde çanlar çalıyordu, kendimi ısırmak istiyordum adrenalinden. bir an önce cuma olsun da kurtulalım repliği bi yandan, allam nolur cuma gelmesin yarebbim repliği öbürsü yandan, abartmıyorum yaşlandım o 2 haftada. ''ee hayatın böyle geçicek güzelim, o kampanya senin bu sunum benim şu marka onun derken ömrünün geri kalanı böyle geçicek. bunlar daha iyi günlerin hey yavrum hey'' diyordum içimden. o değil de, yoksa şizofren mi oldum ben? neyse bu başka bi yazının konusu.


kafayı sıyırmak iyidir dibinde kalmasın yazıktır

içimdeki uslanmaz romantik hayalperest ise içinden ''çok az kaldı, ressmen kaming suun olm. yakında bence kesin burda olcam var ya hissediyorum resmen'' diye geçirirken daha ilk günden bebeyim olan acans çoktan arkada kalmıştı bile. kemiksiz tam yarım saat boyunca yürüdük. yol boyunca ben bir hırslandım, bu kadar iyi bi fikrimiz var bence kesin 1. olcaz diyorum böylece ekibe de gaz vermiş oluyorum. bi yandan da acansa olan aşkımdan dem vuruyorum. dünyalar tatlısı mentorumuz ve süper yazarımız benim gözümde o an melek melek. reklamcılığa hevesim bin kat arttı desem hiç de yalan olmaz (burda şöyle okkalı bir maşallah diyoruz genşşler piliis)

gelelim madalyonun öteki yüzüne. acı gerçek su yüzüne çıkmıştı. reklamcı da olsan insansın, fizyolojik ihtiyaç diye bir gerçek var. dünyayı da kurtarsan, Batman bile olsan insansın en nihayetinde. öküzler gibi acıkmışız, delice susamışız, hayvan gibi yorulmuş ve 2 hafta baykuş gibi uykusuz kalmışız ve bütün bunlar yüzümüze öyle bi yansımış ki. bunlar yetmezmiş gibi bide yürü babam yürü yol bitmiyor anasını satayım. ama süpersonik bi insankişisi olduğumdan o halde bile espri yapabildim. espri aynen şu ''lan şimdi bizim mentor şurdan arabayla geçiyomuş, gelin gençler sizi gideceğiniz yere kadar bırakayım diyormuş düşünsenize'' dedim. bunlar ''he canım he öyle olcak zaten merak etme'' dediler. açlık başıma vurmuş resmen, bi de artık nasıl bi hayalgücüm varsa. neyse sonunda Ortaköy'e indik. bi yerde karınlarımızı doyurduk hobaa yolcudur abbas, bu defa Beşiktaş'a doğru yola koyulduk. kampta olduğumuzu sevgili evren bir kez daha yüzüme vurdu. bildiğin izci kampı, 5 kişi pıtı pıtı birlikte yürüyoruz böyle. suratlar filan kaymış tabi.

sonunda Beşiktaş'a çıktık. ekipten biri çıktı evine gitti. kaldık 4 kişi. yürü yürü ışığa yürüyenler gibi birazdan arşa çıkıcaz sandım bi ara, bu sefer Kabataş'a kadar yürüdük. saate baktık saatlerdir yoldayız. ben durmadan ''abi İstanbul'u yedik bitmedi daha ne kadar yürüycez'' diyorum. hayır şimdi düşününce niye yürümüşüz lan harbiden, yürürken vahiy mi gelcek ilham mı gelcek nedir. artık 2 haftalık stres, uykusuzluk derken beynim yanmış olacak ki sarhoş bebek gibi gülme krizine girdim, saçmalıyorum espriler yapıp kendim gülüyorum filan. abartmıyorum konuşmam sarhoş gibiydi bildiğin. ekipteki çocuk bi yandan kafamın yanında ''beni Nevizade'ye bırakın'' diyor, öbürü gelmiş kafamın dibinde başına gelen belaları anlatıyor ''gözünü seveyim sus ne uğursuz adammışsın dur şimdi başımıza bi iş gelmesin lan Allah korusun'' dedim artık. diğer kız desen benden beter, gözleri kapanıyor yorgunluktan. hayır bide kız zaten kemik gibi garibim, şimdi hepten hastalıklı gibi görünmeye başladı tövbe tövbe. ben de insanlık ölmedi dedim espri yaparken bi yandan da bunun koluna omzuna vuruyorum ki uyansın şimdi kaldırıma düşcek kaldıramıcaz biz ölmüşüz zaten abi. yani birbirinden tip 4 adamız, herkes değişik. o yol yemin ediyorum komedi filminden farksızdı. herhalde bi 5 km filan yürümüşüzdür.

Evliya Çelebi gibi o kadar yürüdük, e zaman durmadı tabi. resmen saat 10 oldu. oha lan hangi ara 10 yaptınız saati dedim. telefonum da o sırada bozuk, abim arıyor açsam karşıya ses gitmiyor, açamadım tabi. ben de arayamıyorum ses gelmiyor bide düşün, nasıl konuşcan. yani evdekiler benden bihaber, akşam akşam yollara düşmüşüm. sonunda bi çay bahçesi bulup geçtik oturduk. konuştuk ettik neler yaparız dedik dağıldık. saatlerdir ''Nevizade'ye gidicem ben'' diyen çaylağımız artık o yorgunlukla neyin nevisi, neyin zadesi, tıpış tıpış evine gitti. en son arkadan bi baktık buna, adamın yürümeye mecali yoktu, emekli gibi gidiyordu bildiğin.

8. gün
11 Temmuz çarşamba günü, sunuma 2 gün kala mentorla görüşme vardı. böyle diyince de mapus damlarına düşmüş gibi hissettim bi an. görüşme nedir abi allaşkına. neyse adamla daha dün görüşmüşüz, bide işleri güçleri var kampanya yapıyolar bizle mi uğraşıcaklar dedik. hem zaten dün fikir bulduk ama onu oturup bi düzenlemek gerek filan. adamı utandırmamak için biz ekipçe toplaşalım dedik. doğğru Reklamcılık Vakfı'na gittik.

vakıftaki reklamcılık kitaplarını ben bi gördüm var ya resmen gözüm döndü. pıtır pıtır toplayıp masaya boca etmeye başladım. dün akşam nevizade diye kıtır kıtır beynimi yiyen çocuk ''tamam sakin ol.''  demez mi. böyleyim abi napiyim yani. sevdim mi tam seviyorum, sildim mi bir kalemde. neyse. ben o kitapları getirdim masaya lapps diye koydum ya bunların gücüne mi gitti nedir. başladılar tip tip bakmaya. ''böyle boş boş oturcaz mı yani? abi şunlara bakın bi, ilham milham gelir'' dememle bunlar bi başladılar, artık nasıl dolmuşlarsa. ''ya sen bi sakin olsana''lardan tut da ''sen bak alla alla biz bakmıyoruz''lara, ''bizi de strese sokuyosun bi otur gözünü seveyim''lere kadar yemediğim zılgıt kalmadı. benim şalter attı tabi ama aman iyi üf deyip başladım sayfaları çevirmeye. öğrenmeye her daim açım ben bebeğim, ben tek siz hepiniz.

oturduk, birkaç bişi düşündük mentora mail attık. gayet amatör şeyler de olsa en azından birini beğenir diye düşünüyoruz. sonra acıktık çıktık gittik.



2 gün sonra büyük gün, sunum günüydü. ne mi oldu? sonraki yazıyı bekleyin (:

25 Temmuz 2012 Çarşamba

uu beybi emekli kafasındayım

beklemek beklemek beklemek.. beklemek kadar gerizekalı bir şey daha var mıdır acaba? bence yok. neyi beklediğini bilmemekse en kötüsü. iyi olacak dersin, düzelecek dersin, mutlu olacaksın sanırsın ama her şey hala aynıdır ve yine her sabah uyanır, her gece yine uyursun. hep aynı.. ya da ben sabırsızım.

arkadaşların şey der ''bi aşık olsan iyi olursun aslında''. ama bi koşu alıp geleceğin bir şey değildir aşık olmak. sipariş verir gibi olamazsın. yine yalnızsındır, yapayalnız. güvenemezsin, sanki bir daha asla aşık olmayacak gibi hissedersin.



kimi de şey der ''ya sen çok içine kapandın ondan böyle.. çık bi ortamlara gir insan içine çık yeni insanlar tanı''. ee sonra? bu mudur yani? ben memnunum depresyonuma evde girmeye. yeni yıla da depresyona da evde gireceksin arkadaşım. en temizi. ne o öyle milletin içinde, hoş mu yani? değil.
  

hayata tersten baktığında bitip tükenmek çok kolay

e peki neden böyle emekli gibi oturup kuruyorum, kafama takıyorum, salak salak boşu boşuna üzülüyorum? depresyondan değil bence, olsa şimdi burda olmaz şebnem ferah eşliğinde zırlıyor olurdum. yaşlanıyor muyum yoksa, çüş, o kadar da değil, 25 bile olmadım daha. mevsimden desen o da değil, o dediğin şey sonbaharda olur. ne bileyim sarı yapraklar düşer sen de üzülmeye başlarsın filan artık refleks olmuştur. ama yazın ortası anasını satayım. eğer depresyondaysam da yazın depresyona giren yeryüzündeki ilk insan olma şerefine erişirim. iyi olur. en azından bir haber işte, al sana yeni bir şey.

ne diyordum.. heh, boş oturmayayım bari, oturup üzüleyim diye söz verdim sanki. evren de kılını kıpırdatmıyor ama hale bakar mısın. insan bi der ki ''ya yeter maffettin kendini geç otur karşıma nedir derdin anlat dinliyorum''. ama yok. varsa yoksa kendi bildiği. napiyim ben de, karşısına oturtup iki kelam edip halini derdini sormayan bir evrende yaşayınca insan böyle yerli yersiz üzüntülerden üzüntü beğenmeye başlıyor. kısmet.

neyse ben daha fazla kafa ütülemeden gidiyorum. siz siz olun, depresyona gireyim filan demeyin. hadi onu geçtim, böyle en ufak bi üzüleyim edeyim demeyin. çok sıkıcı valla hiç güzel değil..





ps. Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda yazı dizisine tam gaz devam edicez sakın bitti falan sanmayın he. hatta üff neler neler oldu devamında. ama bu gece böyle hafiften bi dertlenince bunu yazdım arada. hadi, tatlılıklar.

22 Temmuz 2012 Pazar

Reklamcıinsankişisi 2 yaşında! ^_^

22 Temmuz 2010 günü.. hiç aklımda yokken bir ses bana ''blog aç'' diye fısıldadı. hiç düşünmeden o sesi dinledim. hayatımda aldığım en güzel kararlardan biri olduğunu bilmiyordum.

tatile gidememiştim, canım acayip sıkılıyordu, sıkıntıdan kendimi yemekten sıkılmıştım bir şeyler yapmazsam delirebilirdim. gayet plansız, tamamen içimden gelerek oturdum ve nasıl yapılır nedir ne değildir hiç bilmeden kalktım blog açtım. zaten planlayarak yaptığın şeyler çoğu zaman zevk vermez, hatta ne çoğusu, basbayağı robot gibi yaşanır o ne öyle. yani içinden gelicek spontan olucak bi anda olucak. en güzeli öyle. neyse ben de dedim ki nasılsa yazmaya aşık bi insanım, otur yaz işte ne güzel. oturdum tıkır tıkır yazdım. ismi ne olsun diye baya düşündüm ettim. o kadar saçma şeyler geldi ki aklıma. sonunda dedim ki, basit ve gerçek olsun. reklamcılık okuyorum yani reklamcı olucam, e peki madem içinde reklamcı filan geçsin dedim. ilk bakışta saçma gibi duran ama içime çok sinen ismi sonunda bulmuştum: Reklamcıinsankişisi.

günler geçti, ben ne görsem ne duysam ne yaşasam hemen bunu bloga yazmak istedim. öyle bi boyuta geldim. sıradan hayatımı sıradışı yaşayabilmemin tek yolu buydu, onu sıradışı bir şeymiş gibi yazmak. sonra bu bende artık bir tutku halini aldı ve ben zaman geçtikçe kendimi buraya ait hissettim.

gün geçtikçe ona daha çok bağlandım, gittikçe daha çok sevdim ve artık arkadaşlarım da beni Reklamcıinsankişisi diye çağırmaya başladıklarında, yaptığım şeyin güzel bir şey olduğuna inanmaya başladım. tamam dedim oldu bu iş. ben artık Reklamcıinsankişisiyim!

sonra baktım okuyanlar da artmaya başladı. ilk günler bir şey yazıyorum mesela, başlarda en fazla 2 kişi, bilemedin 3 kişi okuyor. bakıyorum bloga girenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. onlar da geçerken uğrayanlar, öylesine bakıp geçenler. ama yılmadım, bir gün benim de büssürü takipçim olucak dedim ve yazmayı hiç bırakmadım. sonra işi biraz büyüteyim dedim, kurumsallaşıyoruz sözde, blogun facebook sayfasını açtım. https://www.facebook.com/pages/Reklamciinsankisisi/158771680819323
yazdıklarımı hoop orda paylaşıyorum, baktım pıtır pıtır okunma sayım artıyor. sonra yavaş yavaş takipçiler de gelmeye başladı. nasıl sevindim, nasıl mutlu oldum anlatamam. çünkü benim için şu blog var ya öyle böyle değil, cidden kalbimi koydum ortaya. sonra işin içine twitter girdi. kendi adımla gayet normal biri gibi hesap açacakken hadi bakalım onu da Reklamcıinsankişisi yaptım. ben artık Reklamcıinsankişisi'ydim ve madem öyle, o zaman her yerde aynı kişi olayım dedim 4 koldan sarıldım. herkes beni böyle bilsin istedim.

şarkıcılar hep derler ya ''bu albüm çocuğum gibi oldu'' diye, valla da öyle oluyormuş, o yüzden artık gülmüyorum öyle dediklerinde. çünkü ne yapsam ''daha iyisini yapmalıyım'' demeye başladım, hep en güzelini yapayım istiyorum, herkes kendini bulsun samimi olsun gerçek olsun. anne olmadım henüz ama bu blog var ya, bana aynısını değilse bile benzer şeyler hissettiriyor, 2 yıl geçti ama hala öyle hatta gün geçtikçe daha fazla. hüzünlendim bak şimdi.

tamam tamam uzatmıycam. zaten uzattın diyeceksin, napiyim her gün 2. yaşımız olmuyor değil mi? artık o kadar olsun. demem o ki, şu 2 yılda geldiniz okudunuz yorumlar yaptınız beğendiniz ya da saçma buldunuz.. her ne yaptınızsa size o kadar çok teşekkür ederim ki.. ben şu blogu açtım yazdım ettim, böyle bir şey yaptım ama sizden gelen enerjiyi hissettim de güç buldum ve bu benim için her zaman acayip değerli. aranızda hiç görmediğim ve belki hiç görmeyeceğim olanlarınız bile var. ama siz buraya geldiğiniz zaman aynı çatı altında buluşmuş oluyoruz ve bu bana kendimi çok şanslı hissettiriyor. iyi ki varsınız hepiniz. (gülmeyin, ben de gülerdim böyle konuşanlara ama valla ciddiyim şu an).

ben hep burdayım, buralarda zibidi zibidi yazmaya devam edeceğim. gelirseniz ne güzel olur, hepimiz oluruz. sizi seviyorum dostum!


tatlılıklar :)  

Reklamcıinsankişisi.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 4

mentorumuz bizi toplantı odasına getirdi sonra gitti. odanın camından koridordaki ödüllere bakıp iç geçiriyordum. burada olacağım ben diyordum, bunu hissediyordum. kendimi tamamen oraya ait hissediyordum. ben tam böyle salyalarım akarak hayallere dalmışken mentor geldi ve saatler sürecek beyin fırtınası başladı. adam kreatif direktör olduğundan, bize gideceğimiz yolda koskocaman bir meşale yakmış önümüzden gidiyordu, yavaş yavaş aydınlanıyordum. o gün o masada oturmuş fikir bulmaya çalışırken o ajansta metin yazarı gibi hissediyordum. bir anda zaman geçmiş ve ben orada çaylak değil de basbayağı yazardım. her ne kadar konuşulanları yalnızca dinliyor gibi görünsem de bir yandan hayaller kuruyor, bir yandan da sadece dinliyormuş gibi görünmemek için düşünüyordum. kısaca boş durmuyordum.

bir ara hayal kurduğum çok belli olmuş olmalı ki mentor bana döndü ve neye güldüğümü sordu. soru karşısında felç inmiş gibi oldum. bir şeyler gevelesem de adam devam etti ''güleceğinize siz de katılsanız hanımefendi''. kıpkırmızı oldum, asalak gibi görünmekten nefret ediyordum ''he ımm yok şey.. dinliyorum'' şeklinde geveledim ama adam daha ilk geldiği gün ''sen çok jargonsun'' demişti yani daha baştan yanlış bir izlenim bırakmış ve 1-0 geride başlamıştım. şimdiki olay da durumumu katmerlemişti. çaylaklıktan metin yazarlığına terfi ettiğimde kreatif direktörüm olacak olan adamın gözüne girmeliydim, ona kendimi kanıtlamalıydım ve fırsat ayağıma kadar gelmişti. ama şu an durumum içler acısıydı. puan toplamalıydım ve bunun için çok fırın ekmek yemem, ya da daha gerçekçi olursak, fikir bulmam gerekiyordu. ve bu o kadar da kolay bir şey değil maalesef.


yerin dibinden merhaba herkese, su çok güzel gelsenize

adam durmadı ve resmen şunu dedi ''öyle dışardan izleyip hiç katılmayıp bir de konuşulanlara neden güldüğünü bilmeden gülerek ekip olunmaz''. yerin dibi denen şeyin de dibindeydim. resmen kaynar sular dökülüyordu tepemden. ekip de durmuş bana bakıyordu. hayır bu ben değilim, valla böyle biri değilim yemin ederim diye içimden üzülürken kendimi savunmam gerekiyormuş gibi hissettim ''katılıyorum tabii de ekip beğenmiyor fikirlerimi''. napiyim yani yalan yok, durum aynen böyleydi. ne zaman bir şey söylesem sıradan ve daha önceden yapılmış fikirler bulmaktan öteye gitmeyen ekip beni fazla 'uç' buluyordu. bahaneleri de hazırdı ''çok sıradışı''. ama benim savunmam da hazırdı ''sıradan düşünmeyelim reklamcıyız biz abi!'' ve şimdi mentor ekibe katılmadığımı düşününce kendimi savunmak isterken büyük risk almış ve ekibe bok atmış gibi görünüyordum. madem risk aldım, sonuna kadar saçmalayayım bari dedim ve devam ettim. ''yani ben daha önceden yapılmamış bir şeyler bulmak istiyorum. estağfurullah, çaylağım tabi ama düşünüyorum yani''. ben böyle salak salak konuşurken adam içinden neler diyordu kim bilir.. bu arada tek çaylak ben değildim, ekiptekiler düşündüklerini söylerken adamcağızın suratında yarın reklamcılığı bırakacakmış gibi bir ifade vardı. işte ben de tam olarak buna engel olmaya çalışıyordum. adam böyle hissetmesin diye yaratıcı şeyler bulmaya çalışıyordum. gel de bunu ona anlat. ah hocam ya size kendimi anlatamadım ama söz veriyorum, en kısa zamanda sizi şaşırtıcam! bu arada adamı öyle gördüm ya benim de boğazıma bir yumruk oturdu yeminle, çaylak olabilirim ama berbat fikirler karşısında benim de midem bulanıyordu sonuçta. neyse beyin fırtınası devam ederken spontan bir şeyler attım ortaya. bir de adam bunu beğenmez mi. ''bak oluyormuş demek. ekip beğenmiyor diye çekilirsen olmaz.'' neyse bari ufak da olsa puan topladım diye sevindim.

derken mentor ilk gün kendisinin yerine gelen genç yazarı çağırdı. iyi bari şimdi yazar da gelicek daha rahat olurum bir şeyler buluruz artık derken gerçek bir yetenek abidesi olan sevgili yazarımız geldi ve oda bir anda aydınlandı. beyin fırtınası tam gaz devam ediyordu. yavaş yavaş fikirler oturuyordu, az kalmıştı. 3 saatin sonunda elimizde baya bir şey vardı. iyi hissediyordum, her şeyin güzel olacağına inanmaya başladım. harika şeyler bulmuştuk ve 1. olacaktık! kimse bizi geçemeyecekti! bunları düşünürken bir yandan da hala aynı şeyi düşünüyordum ''allam bir an önce çaylaklıktan jübilemi yapmam lazım. burda olmam lazım!'' ama hayal etmesi kolay tabi, nasıl ki burada olmayı kolayca hayal edebiliyorsam kendimi kanıtlamam gerektiğini de kafamdan atamıyordum. kuru kuruya hayalperest değildim, aynı zamanda babalar gibi de gerçekçi bir insankişisiydim!

sanırım aşık oluyordum ''sen ne güzel ajanssın yarebbim'' diyordum içimden. çaylak da olsam buradayım işte! diye hissediyordum. sonra mentor öyle bir şey dedi ki ''tamam o zaman. artık bir şeyler oturmuştur''. hadi yeter lan beynimi söktünüz defolun gidin artık gerizekalı çaylaklar! demenin kibar versiyonuydu bu. yani gidiyorduk artık. suratım asıldı ama belli etmiyordum. ''şimdi gidiyorum ama dönüşüm muhteşem olucak! bir dahaki dönüşümde buraya ait olucam.''  dedim ve kapıdan çıktık.



ps. ilk görüşte adını kalbime yazdın sevgili acans. sen benim başıma gelen en güzel şeysin. ne yapıp edip orada olucam!

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 3

2. gün
reklamcı olmanın ne menem bir şey olduğunu söyleyip duran hatta içinde hiç de iyi niyet barındırmayan bi şekilde açık açık ''olmayın arkadaşlar reklamcı falan olmayın'' diyen konuşmacılarla devam etti. evet biz insanlar kolaycıyız çoğu zaman, ama kolay olanın değerli olduğu nerede görülmüş. her türlü zorluğuna hazırım, ben çok iyi bir reklamcı olucam! ayrıca afedersin de 4 yılımı vermişim reklamcılık okuycam diye, 44 yılımı daha veririm babalar gibi, gerisi seni hiç ilgilendirmez. gelip iki satır şey söyleyip gidince ''evet yaa doğru söylüyor, reklamcı olmayayım o zaman'' diyeceğimi mi sandınız dostum, bingo! fena yanıldınız!

3. gün 
asıl mentorumuzla sonunda tanıştık. çok iyi biri, geldi anlattık konuştu dinledik. bi de ajans olarak adamlar o sırada bi kampanya yapıyorlarmış, ona rağmen çıkıp geldi sağolsun. neyse biz oturduk anlatıyoruz, sorular soruyor filan. ben arada bir şey sordum beni fazla jargon kullanan biri buldu. hiç öyle olma çabam olmasa da. sonra gitti ve biz ordan evlere dağılmayıp biraz düşünelim dedik, zamanımız dar. tahmin et noldu, tabi ki bişi bulamadan evlere dağıldık.

5. gün 
sunum yaptık. ama kamp sonunda yapıcağımız sunum değil. Cannes'dan beğendiğimiz bi işi seçip sunduk. günler öncesinden sunum yapıcağımızı söylediklerinde en az büyük sunum kadar heyecan yaptık, özendik.

haftasonu olunca kampı ben bi özledim, bi alışmışım ki sorma. bi an önce pazartesi gelsin diye beklemeler filan. pazar günü biz ekipçe gene bi toplanalım dediysek de öyle ha deyince fikir gelmediğinden, sadece elimizdeki uygulamaları etkinlikleri filan toparlayabildik.

6. gün
güzelim kampın 2. ve son haftasına girmek hüzünlendirdi bildiğin, ''istemiyom ya bitmesin ya ııhh'' diye mızmızlanarak dolanıyorum etrafta. bu arada kamptakilerle artık baya kaynaşılmış, kahve-sigara muhabbetlerinde artık espri yapıcak düzeye gelmiştik bile.


çalışacağım acansa çaylak olarak gitmek de varmış

7. gün
yani 10 Temmuz salı günü, mentorla görüşmemiz gerekiyordu. aradık gelemiyormuş, ''ajansa gelin'' demez mi. ben o an nasıl olup da zıplamadığıma şaşırıyorum şu an. accayip sevindim çünkü. hayatımda ilk defa bi acans görmüyorum elbette, ama o acansın yeri ayrı, canım o acans. nasıl gitcez, nerden gitcez, aç gugılı haritadan bakalım derken kendimizi takside bulduk. hayatımda öyle bi heyecanı öss'ye girerken bile yaşamadım öyle diyim. dışarısı cehennem sıcağı, takside bildiğin sucuk olduk, resmen çölde gidiyor gibiyiz ama benim içimde zıplayan bi çocuk var! tipik heyecan zamanlarında olduğu gibi bende bir mide bulantısı başladı, su içiyorum daha da bulanıyor, birazdan eriyip arabadan sızabilirim sandım. pencereyi açayım dedim yok serinleyemiyosun. sağolsun evrencim tüm önemli anlarda yaptığı gibi yine şakasını yaptı, illa imzasını atıcak bi yere. tam inönünün oraya geldik, o trafik sen bir tıkan, hiç ilerleme. içersi oldu mu sana sauna, hobaa suratlar kırmızı kırmızı terli. sonunda trafiği atlatıp yola devam ettik. dışarıyı seyrediyorum, bi Ajda billboard'u gördüm, Ajda bana acıyan gözlerle bakıyor ''ahah tipe bak nasıl da çaylak!'' diye. ben tam üzgün suratla bakayım demeye kalmadan taksici sen önden fışııttt diye o camı kapat, içerde havasızlıktan ölelim. nasıl sinir oldum, cıkcıklayacaktım da şimdi bu psikopat bizi atar filan, hiç çekemem şimdi. az kalmıştı valla, 5 dk daha gecikseydik kurtaramıyolardı. ekipteki çocuğa soruyorum geldik mi geçmeyelim bak diye bır bır kafalarının dibinde bunamış gibi. neyse sonunda bi de baktık gelmişiz.

rüya gibiydi yani, az önce çaylak çaylak dolanıyoduk şimdi bi acans gerçeği çıktı ortaya. hemen bi havaya filan gireyim bari dedim de tıs yani. çaylaksın lan neyin havasından bahsediyosun. sokağı bulduk, hangi bina acaba derken tüm ihtişamıyla karşımızda duruyordu. canım benim ya sarılasım geldi resmen. Eyfel'e aşık olup evlenen kadın gibi hissettim kendimi, sesli düşünüyorum bi de ''cınım yaa uff şuna baakk'' diyorum filan, ekipten cevap da gecikmedi ''abartma''. benden de cevap gecikmedi ama ''ay üf sizin içiniz geçmiş''. hayır size ne yani seviyorum işte olm!

kapıda acansın adını gördüm ya, hayatımın aşkını görmüş gibi oldum. bi yandan heyecan, bi yandan stres ve endişe.. adam bizden fikir mikir bekliyor, bizde tık yok, ne bok yicez adama ne hesap vercez diye titriyoruz korkudan. girdik kapıdan. girişteki güvenlik sordu, ''biz Çaylak Kampı'ndan geliyoruz'' dedik bu başladı gülmeye. hey allam elalemin maskarası olduk resmen. biraz bekledikten sonra sonunda işimiz bitti asansör bekliyoruz. abi o asansör yaklaştıkça böğrüme böğrüme demir saplandı bildiğin. birazdan 8. katta olucaz, birazdan acansa gircez. bunları düşünüyorum. 5 çaylak, ama harbiden bakışıyla duruşuyla çaylak lafının beden bulmuş hali olan 5 çaylak asansörden indik, sonunda acansın katındaydık. bunlar sağdaki cam kapıyı sen zorla, ben izliyorum tabi arkada, meğer bizim mentor de arkadaki kapıdan cama vuruyomuş. bunu ben farketmesem onlar hala camı itip kakıyolardı valla. mentorumuz bizi güleryüzle karşıladı ''önce size ajansı gezdireyim''. bundan daha güzel cümle duymadım desem.. o an demedim tabi, içimden konuşuyorum tamamen.

başladık gezmeye. masa başında reklamcı tipler, önlerinden geçen 5 tane çaylak tip, gülümseyerek ''merebağğğ'' diyoruz filan ama tam ameleyiz anlıycağın. özellikle ben herkese gülümsiycem şirin olcam diye pişmiş kelle gibi dolanıyorum resmen. sonra baktım kimi göreyim, gözüm bi yerden ısırıyor derken okuldan arkadaşım masada oturmuş. daha önceden duymuştum orda başladığını, gittim yanına hayırlı olsun burda başlamışsın dedim, napıyon burda gibisinden sordu. dedim Çaylak Kampı var öyle ona geldik. içinden eminim ''ahaha sen hala çaylak çaylak gez ben babalar gibi ajansa girdim ahah'' demiştir. napiyim çaylağım diye öleyim mi :( neyse sonra gezmemiz bitip toplantı yapcağımız odaya geçtik. oturduk ben başladım etrafı süzmeye. camın arkasındaki kristal elmalar, altın aslanlar, ödüller şunlar bunlar nasıl tatlı, ben bu masada olucam abi diye geçiriyorum içimden.


sonra ne mi oldu? sonraki yazıda (:

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 2

ilk günler, hatta ilk hafta bildiğin alışma evresi oldu. fikir bulmak filan hak getire. 5 farklı insan, üstelik bunların hepsi çaylak, her biri ortaya bişi atıyor, hepsi de gayet kıromatik şeyler ama onları öyle bi inanarak anlatıyo ki sanırsın yarın Cannes Lions'da bütün ödülleri yutup gelcek. inanmak güzel şey ama yaa(bunu diyorum ama o ilk haftayı gel de bana sor).

ilk gün mentorumuzun yerine gelen geçici mentorumuzla tanıştık, konuşurken gözüm durmadan biraz ötemde oturan O'na gidiyordu. mentor gidip ekip dağılınca beni tutan bişi olmadığına göre yanına gitmeliydim. cesaretimi toplayıp ilk adımı attım ve ona doğru yürüdüm. bu adımın hayatımdaki en önemli adımlarından biri olduğunu biliyordum.

gülümseyerek kendimi tanıtıp yanına oturdum. daha önceden defalarca twitter'da konuştuğumuz için, hatta daha önceki gece konuştuğumuz için hemen hatırladı. birkaç dakika orada oturup şu an neler yaptığını anlattı, ben tabi hayran hayran dinliyorum, beni sordu napıyorum diye. sonra dedi ki gel bir yerlere gidelim konuşalım. oha bu süperdi! peki dedim kalktık yürüyoruz.

yol boyunca nasıl heyecanlı olduğumu anlatamam. o yanımda yürürken benim yürümem imkansız! çünkü harbiden o kısacık yol, oldu sana Sırat Köprüsü. yürümekten çok hayatımın muhasebesini yaptım resmen. ''olm resmen şu an onunla yürüyosun, düşünsene fifuvv!!'' diyorum, ''allam kalbim yerinden çıkacak, enemm yüzüm yanıyo heyecandan, yok lan hava sıcak ya ondandır, deli misin tabi ki onun yanında olduğun için ateş bastı şu an'' şeklinde monologlarım iç hesaplaşmalarımla yüzleşirken bi yandan da bana sorduğu sorulara cevap vermeye çalışıyorum. koskoca O'nun yanında bildiğin çaylak bi tip düşün, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyorum, amele amele yanında yürüyorum böyle. neyse sonunda bir yer bulduk, geçtik içeri oturduk.


bazen birilerinin bazı şeyleri sana hatırlatması gerekir 

karşısına geçtim oturdum başladı sormaya ''ee neler yapıyorsun anlat''. şimdi bu soruya nasıl bi cevap verebilirim diye saniyeden de kısa süren düşüncelerden sonra başladım anlatmaya. aldığım cevap bugüne kadar duyduğum en güzel şeylerdendi. ''kendinle gurur duymalısın!''

ne, nasıl yani, ciddi misiniz diye afalladım. başladı anlatmaya, ama yorumlarıyla. sen bunu yapmışsın, bu kimsenin yapamayacağı birşey, kendinle gurur duy derken hayran hayran dinliyorum. anlattığı şey benim hayatım değil lan dedim bi ara, kendime yabancılaştım hikaye gibi dinlemeye başladım. ama hakikaten öyle acayip tatlı şeyler söyledi ki nasssıl duygulandım. baktım benim gözler çoktan dolmuş. bide kainatın en sulu zırtlak tipi olduğumdan, saniyeler sonra pıt pıt yaşlar düştü bildiğin. ben ağlarken şaşırdı neden ağlıyorsun dedi, duygulandım dedim, verdiği cevaba bak şimdi ''ama bunlar iltifat filan değil ki olan şeyler bunlar, kendinle cidden gurur duymalısın. sen başarmışsın!''. bunu duydum daha da duygulandım, ateşe körükle gitti bildiğin. defalarca kendimle gurur duymam gerektiğini söyledi ya, az da olsa bi gururlandım kendimle. O'nun gibi birinden hatta direk O'ndan böyle şeyler duymanın şanslı güzelliğiyle hayatımın en güzel günlerinden birini yaşıyordum.

sonra konu onun hayatına geldi, anlattıkça anlattı, kahkahalar attık, harika bi reklamcı olduğu için ben de daha minik bi çaylak olduğum için reklamcılıktan konuştuk ettik. ordan çıkınca ders verdiği reklam okuluna gidecekti. dedi ''sen de gelsene''. İstiklal'de, yemek yediğimiz restorandan çıkıp yürürken, Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'nde dediği gibi ''midemde öğle yemeği, ensemde güneş, aklımda aşk, ruhumda telaş ve kalbimde de bir sızı vardı.''

okulun binasını gösterdi, yukarı çıkmadan okulun altındaki sıtarbaks'a girip ona kahvesini aldım, lavabodan çıkıp karşıdan bana doğru gelirken hala heyecanlıydım. elimde kahvesi, karşıdan gülümseyerek bana doğru geliyor, o sahne en kral filmde yoktu buna emindim. kahvelerimizi alıp yukarı çıktık. hiç tanımadığım öğrencilerine beni tanıtıp derse başladı.

Simpsons'taki olayın aynısını yaşıyordum. bi gün Lisa'nın okuluna yedek öğretmen gelir, bu adam öğrencilerini motive eden iyi biridir. Lisa'ya bi gün büyük bi müzisyen olacağını söyler. Lisa'nın dünyada ondan başkasına ihtiyacı yoktur, ona aşık olmuştur. onu çaya davet etmek için okula gittiğinda bir de bakar ki öğretmeni gitmiş, eski öğretmen geri gelmiştir. Lisa, yedek öğretmenin nerede olduğunu sorduğunda tren istasyonunda olduğunu söylerler. ve tren istasyonunda o hayvanlar gibi ağlatan diyalog başlar:

Lisa: Mr Bergstrom gidemezsiniz. Siz bugüne kadar bize gelmiş en iyi öğretmensiniz.
Mr Bergstrom: Yedek öğretmenlerin hayatı böyledir işte. O bir hilekardır. Bugün beden eğitimi için şort giyer. Yarın Fransızca konuşur ya da testere kullanmayı biliyormuş gibi yapar. Tanrı bilir başka neler...
Lisa: ... sizi çok özleyeceğim.
Mr Bergstrom(cebinden bir kağıt çıkarır bir şeyler yazar ve Lisa'ya uzatır): Al bunu, kendini yalnız hissettiğinde, güvenebileceğin kimsen olmadığını düşündüğünde bilmen gereken tek şey budur.
Lisa: Demek buraya kadarmış. Sakıncası yoksa sizi hayatımdan söküp çıkaran trenin yanından koşmak istiyorum.
Lisa gözyaşları içinde notu okur: Sen Lisa Simpson'sın.

tıpkı Lisa gibi ben de öyle bi notla hayatımın en güzel derslerinden birini almıştım. Lisa kadar şanslıydım ve eve dönerken içimden milyonlarca kez şükrettim. iyi ki varsınız İlkay Yıldız, bana kendimi hatırlattınız, iyi ki hayatımdasınız.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda

bi gün öylesine nette gezinirken bişi gördüm. Reklamcılık Vakfı Vodafone Freezone Çaylak Kampı diye bir şey varmış. girdim linke, iletişim ya da güzel sanatlar fakültelerinde 3. ve 4. sınıfta olan gençlerin katılabildiği bi eğitim programı. işte iletişimciler, reklamcılar, pazarlamacılar filan geliyormuş. başvurayım bakayım diye gayet umutsuz bi şekilde başvurdum. birkaç gün sonra gelen mail: ''Tebrikler! Reklamcılık Vakfı Vodafone Freezone Çaylak Kampı'na kabul edildiniz! pazartesi günü şu saatte şurda olun..'' alla alla dedim ciddi mi bu? mail bitti ben gene başa sardım gene okuyorum ama yanlış mı geldi bu ne filan demeden edemiyorum. şaşkınlığı geçtim, hiçbir şey beklemediğin bir iş olumlu olunca değişik hissediyosun, ama kesinlikle şaşkınlık değil. hayat tesadüflerle dolu işte.

''kabul edilmişin işte olm'' diye kendimi inandırmaya çalışarak günleri sayıyorum, bi an önce pazartesi gelsin diye sabırsızlanıyorum bi türlü geçmiyor filan. son gece zaten uyuyamadım heyecandan kıpır kıpırım. ve sonunda büyük gün geldi. pazartesi sabahı erkenden uyanıp özene bezene hazırlanıp yola çıktım. mailde tarif edilen adresi oturma yerlerimle anlamış olmalıyım ki, ona sor buna sor derken baktım kaybolmuşum. aslında kaybolmak da değil. tünelde 2 tane şişhane metro çıkışı olunca ve ben yanlış olana gidince ve doğru olanın önünden geçmiş olmama rağmen o öküz gibi tabelayı göremeyince böyle oluyor.

45 derece havada baya bi sorup ordan oraya dolanırken baktım önümde bi çocuk da birilerine benim gideceğim yeri soruyor. gözlerim bir belerdi, ben bir heyecanlandım. nassıl sevindim ama öyle böyle değil. dedektif gibi düştüm bunun peşine. ''aynı filmlerdeki gibi, ikimiz de aynı yeri soruyoruz, hatta ben şimdi gidip ona sorduğumda aa ben de oraya gidiyodum ne tesadüf deyince gülüşcez filan, ne romantik yaa'' diye salak salak şeyler geçiyor içimden. içimdeki uslanmaz romantiği güç bela susturup yürümeye devam ettim. bir merdivenden indik, bu birine daha sordu cevap alamayınca benim birine sormama gerek kalmadı ve sonunda imdadına yetiştim ''pardon ya x nerdeydi?'' şaşırma efektli bi şekilde ''aa sen de mi oraya gidiyodun, aa evet ben de oraya gidiyorum'' faslını geçince çocuk gitti bi büfeye sordu ve yürürken tanıştık ettik filan, hele şükür yeri bulduk. ben tabi utanmadan itiraf ettim: ''aa ben burdan geçmiştiiim.''


artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı

topu topu 2 hafta ama aslında hayatımın en önemli 2 haftalarından birini geçireceğim yerin kapısından girdim. başıma neler geleceğinden habersiz, bordo perdeyi çekip salona girdim.

herkes farklı illerden gelmiş, kimseyi tanımıyosun ama neyse ki aynı üniversiteden olanlar da var ve bizim okuldan da biz 3 kişiydik. yanımda 3 yıllık arkadaşım, tanıdık bi yüz görmenin rahatlığıyla oturduk ve Kaan Sezyum gibi bi adamla 2 haftanın startı verildi.

öğle arası verilip topluca dışarıya amfiye çıkıldığında millet saldırdı tabi sandviçlere. bense cool olcam diye gerizekalı gibi gittim oturdum sigara içiyorum filan. hava yapcaz diye açlıktan ölücem resmen. nasıl acıkmışım, birazdan açlıktan na şuraya düşersem güneş çarptı sanırlar ama aslında Allah çarpmış! sabah gelirken yolu beraber bulduğumuz çocuk artık acıdı mı naptıysa ''sen neden yemiyorsun'' dedi. diyemiyorsun tabi ''ben gerizekalıyım çünkü. yemek yemek bana hiç cool gelmiyor. bi de şimdi kalkıp oraya gitcem de sandviçi alıp gelcem de ağzımı açıp yicem de ohoo bi dolu iş. üşeniyorum valla'' diyemiyorsun ''aa dimi evet haklısın hmm..'' demekle yetindim. sonra 3 yıllık biricik arkadaşım, beni her zaman en iyi anlayanlardan biri olmuş arkadaşım geldi o da aynı şeyi sordu. ona açık açık söyledim ''üff üşeniyorum valla yaa, çok sıcakk'' diye. o naptı, tam bi centilmen gibi gitti kendi elleriyle bana sandviç getirdi, yanında içeceğini de unutmamış cınım yaa^_^

yemek faslı bitip içeri geçtik. Vodafone Ekibi geldi ve 13 Temmuz cuma günü sunacağımız reklam kampanyamızın briefini verdi. yaptıkları kampanyadan bahsetti, reklamları ve case'leri izletti, kısaca neler yapmamız gerektiğini anlattı ve gitti. hepimizi gruplara ayırmışlar, kimse birbirini tanımıyor. her grubun başında da bi mentor var. mentorlerin hepsi doğal olarak reklamcı ve bize yol gösterecekler. konuşma bitince herkes mentoruyla beraber yine taş amfiye çıktı her grup farklı yerlere dağıldı. mentorun yanına gelince baktım bizim grup da toplandı. mentorumuzla tanıştık. bizim mentor o değilmiş, o gün bizim mentorun işi olduğu için onun yerine gelmiş. baktım ne kadar genç öğrenci mi acaba diye düşünüyorum filan. ama sonra oturunca copywriter(reklam yazarı) olduğunu söyleyip bi de üstüne yaptıkları o delice harika kampanyaları anlatınca kafamda yanan ampul fazla enerjiden patladı. bu kadar başarılı ve yetenekli ama gayet şeker biri aynı zamanda. genç filan ama bi sürü ödüller almış yani. geçici de olsa öyle bi mentorum oldu ya, tamamdır. konuştuk ettik derken herkes dağıldı. sonra O'nu gördüm. onun hayatımı değiştireceğini biliyordum.


devam edecek...