27 Şubat 2011 Pazar

vazgeçmek yok siyah beyaz fotoğraflardan


siyah beyaz fotoğrafları çok seviyorum.

bunun, formasının renkleri siyah beyaz olan bi futbol takımını tutmamla ilgisinin olduğunu sanmıyorum. kel alaka. profesyonel anlamda fotoğrafla ilgileniyor olsaydım, ya da öyle çok fazla uçmayalım hadi, amatör de olabilir, bence sadece siyah beyaza yönelirdim sanırım. belki de işin içine girince, yanılıyor olduğumu anlardım. yani siyah beyaz bi fotoğrafın ağır darbesini normal bi fotoğrafın da verebileceğini görürdüm(bu cümleden fotoğrafçılıkla alakalı hiçbir bilgim olmadığı çok rahat çıkarılabilir, normal ne dostum?!) özellikle ülkemizde fotoğrafçı olmak isteyen birtakım kişiler, alıp eline bi canon, sirkeci ya da sultanahmetin yolunu tutar ve sadece martıların, çocukların ve yaşlıların siyah beyaz fotoğraflarını çeker ya; belki de o damgayı yememek adına, içimdeki siyah beyaz fotoğraf aşkını kalbime gömüp paşa paşa yürür giderdim.

şartlar ne olursa olsun, fotoğrafçılığı hiç bilmesem de, kendi fotoğraflarımda siyah beyazın nefes almasına dikkat ediyorum mesela. birilerinin fotoğrafını çektiğimde kafamda önce siyah beyaz çekiyorum diyebilirim. ya da birileriyle poz verirken, diyorum ki kendi kendime ''tamam ben bunu eve gidip bi güzel siyah beyaz yaparım.'' çevremde profesyonel bi fotoğrafçı olmadığından, iyi fotoğraf nedir nasıldır diye soramıyorum. acı bişey tabi bu. mesela çektiğim fotoğrafları gösterip yorumunu mutlaka alırdım. ki ona göre doğru yolda mıyım değil miyim anlardım. hoş, ''bu ne! aman tanrım! sen fotoğrafçılığın f'sini bilmiyosun la!'' deseydi de ben yine devam ederdim, o çok şey değil.

kusurlu yüzleri kusursuzlaştırır o siyahlık ve beyazlık. çok güzel olmayan birini öyle bi ışıklandırır ki, siyah beyaz fotoğrafını gördüğün bi yüze çok rahat aşık olabilirsin. çünkü tuhaf bi hava verir. hüznü vardır ama tuhaf bi hüzündür o. umutla umutsuzluğu aynı karede görebilirsin. tıpkı aşk ve nefretin içiçe geçmesi gibi, siyah beyaz bi fotoğrafta birbirinin tersi şeyler hep vardır.

gölge ve ışık.

yalnızlık ve kalabalık.

kadın ve erkek.

hayatta hiçbir şey siyah ya da beyaz değildir. hiç kimse tam olarak ne siyahtır, ne de beyaz. işte tam da bu aradalığı, bu tam olamayışı siyah beyaz fotoğrafta görürsün. fotoğrafçının fotoğrafı çekerkenki duygusunu, vermeyi istediği izlenimi damarlarına kadar hissedersin. aslında bi nevi, fotoğraftan hiç anlamayan birinin çektiği siyah beyaz fotoğraf acemiliğini hissettirmez çok. bi kere fotoğrafın rengi yeter üstad.

yanımda yöremde iyi bi fotoğrafçı, en azından buna ilgi duyan birileri olmaması sevdiğim ve ilgi duyduğum bu konuya yönelmemi engellememeli biliyorum. ama kabul edelim ki, bişeyler yapmak için bu hayatta birilerinin seni pohpohlaması, itmesi gerek. yoksa aslında herkeste vardır bi tembellik. ''of şimdi işin yok en baştan başla buna'' diyosun ister istemez. ya da ben genellemeyi seviyorumdur, kim bilir. neyse ne işte. ama dön bi bak kendi hayatına, etrafa. biçok kereler böyle olmuştur olacaktır.
zaman ne gösterir bilinmez. gün gelir burda içinde fotoğrafçılık terimlerinin olduğu bi yazı da yazarız elbet.



ps. o değil de, yazının sonlarına doğru çok pis hüzünlendim diyebilirim.

25 Şubat 2011 Cuma

adını biscolata koydum

bu yazı, biscolata reklamını görünce ruh hali değişen erkekleri anlatıyor. bu yazı, erkeklerin biscolata gördüklerinde bile değişen hal ve tavırlarını anlatıyor.

bir erkek biscolata yiyince neden başkalaşır?


başlıyoruz.

en başa dönelim. herşey, birkaç ay önce bi reklamın hayatımıza girmesiyle başladı. ilk gören arkadaşına, arkadaşı arkadaşına bahsetti derken herkeste nedir bu biscolata reklamı diye bi merak aldı başını gitti. herkes ama herkes izledi. ve tabii tartışmalar da olmaz mı. sürüyle. daha yaratılırken ayrıştırılan kadın ve erkek bi kez daha ikiye bölündü. erkeklerin reklamı neden sevmediklerini söylememe gerek yok(burda bi kadın olarak hemcinslerime göz kırptım).

çok sık, kadınların bazı hemcinslerini deli gibi kıskandığı söylenir durur. ama size bişey söyliyim mi, belki de bu his erkeklerde daha fazla. kim bilir. ve erkekler, biscolata reklamıyla bunu kendi elleriyle gözler önüne serdiler. işin kıskançlık ya da haset kısmını geç. psikolojik boyutu daha önemli bi kere. ama psikolojik bi tahlil yapıcak cüreti kendimde bulmadığımdan, oralara girmiyorum. gözlemlerimden ve konuyla ilgili okuyup dinlediklerimden yola çıkıcam.

biscolata gören bi erkeğin duygularının düşüncelerinin değiştiği kesin. bizzat şahit oldum. salı günü, erkek olan bi arkadaşım ders arasında kantine gidicekti. dedi bişey istiyomusun cart curt. neyse bu gitti. bikaç dk sonra geldi. uzaktan seçemedim önce ama demekki elinde biscolata. bu bi bağırdı gülerek ''hocam reklamcıinsankişisi biscolata istemişti onu almaya gittim.'' orda bildiğin katil olabilirdim. geldi bide utanmadan yanıma oturdu. ve hiç abartmıyorum, ders bitene kadar o 7-8 tane bisküviyi öyle bi şehvetle yedi ki. sanırsın çocuğa para verdik şunu şunu yap diye. hayır hoca kaptırdı gidiyo, arada dinleyeyim diyorum yok. yanımda gözlerini kısmış hafif bi tebessümle biscolata 'yiyen' bi erkek. o an erkeklerden, sevgili kavramından, aşktan, hatta biscolatadan öyle bi soğudum ki(reklamdaki sondaki kız hariç olan 'taşlar' hariç). tabi ben her zaman olduğu gibi krize girdim. sol baştan say: kısık gözlerle seksi olduğunu sanan bi tebessümle biscolata yemeye çalışan bi erkek. ortada kıpkırmızı olmuş bi kız. sağda ondan biraz daha az kırmızı bi başka kız. resmen kırmızı başlı kız oldum orda!

konumuza geri dönüyoruz. ne diyoduk. diyelim ki reklamın baskın etkisiyle adam gidip biscolata aldı. o zaman, reklamda sanki o tanrısal varlıklar bu toplamış bu taşımış bu hamurunu açmış bu pişirmiş bu kolilemiş şeklinde pisküviti yapmıyolar, ter dökmüyolar, onlar gibi parayı bastırıp pisküviti alıp hunharca mideye indiriyolarmış gibi bi havalara girmeler. havaya girdiğini belli etmemeye çalışmacalar ama aslında içten içe, bize de aldırdılar ya şunu helal olsun demeceler. ya da belki içlerinden ulan yerken kızın biri görür, ben de o sırada kendimi kasıp varolan tüm gücümle varolan tüm kasımla gösteri yaparım. görsün o zaman adonisi diye kendi kendilerine fiskos yapıyolardır. sanmıyorum böyle bi erkeğin yaşadığını. ama varsa da vah haline. ha bi de şöyle bi güruh var ki, onlara hakikaten söyleyecek söz yok.

''inşallah ibnelerdir, bunlar kesinlikle ibne, hayır yani herifler sütçü hamal öteki kavuncu beriki şoför aynı işi biz yapsak yüzümüze bakmazlar'' tarzı yorumlarla başka hiçbir alanda göstermek için çabalamadıkları yaratıcılıklarını bağırtıyolar resmen. ama gerek yok. onların adriana lima görünce akan salyaları adriana limayı onlara vermiyosa, bizim o reklamı görünce haklı olarak ve gayet insani bi şekilde izlememiz de maalesef gerçek hayatta onları göreceğimiz anlamına gelmiyor.

sanırım bu konu hakkındaki gözlemlerim devam edicek.


ve işte daha az kalabalık olan ama müthişliğini hala koruyan yeni reklam:

22 Şubat 2011 Salı

adını biscolata koydum

şimdi... bi ilk yapayım bi ilk olsun dedim. daha önce yapmadığım bişey yapayım dedim. şimdi böyle diyince de kafanızda türlü çeşit ampuller yandı, belki de çok uçuk şeyler bekliyosunuz(hah tebrikler olsun bana, böyle 'uçuk şeyler beklemeyin' şeysini söyleyince de süprizin sürprizliğini sıkoç bırayt yardımıyla emdik yokettik sanki. her neyse. şöyle kuğl bi şekilde 'hey, bi sürprizim olucak' desem kısa ve öz olurdu. ama ben naptım, her zamanki gibi lafı dolandırdım. öhöm..

işin özü şudur ki siz sevgili izleyenler, blogda ilk kez bişey yapıyorum şuan. ve bi yazıyı yazmadan evvel sadece başlığı yazıyorum. yani yukarıda görmüş olduğunuz başlık, şu an cenin halinde olan bi yazının başlığı. böylelikle hem ben zaman kazanmış olucam iyi bi yazı okumanız için, hem de merak iyidir. fazlası öldürse de kedileri.



tatlılıklar.

19 Şubat 2011 Cumartesi

bir erkeğin mektubu


onun yüzünü bile görmedim. ismini de söylemedi henüz. ben de sormadım. ''Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir.'' benim değil o kadın. yüzünü görmedim, ellerini tutmadım, onu öpmedim, onu yemeğe çıkarmadım ama onu istiyorum. onu elde etmeliyim. sevgilim olabilir, eğer çok seversem. sevmezsem bir gecelik birşey olur. yani sonunda her ne olursa olsun onu ele geçirmeliyim. kendime bağlamalıyım. beni merak etmeli.

bugün yine yazdım ona. o da yazdı. aynı şeylerden bahseder gibi oluyoruz bazen. ya da heyecan duyduğumdan öyle geliyor bana. aşk diyemem belki, çocuk değiliz ya; o kadar da toy değiliz. ama bir heyecan var, o kesin. mesela bi kitap adı söylüyor, hemen bakıyorum nasıl bi kitap. '' evet çok güzel kitaptır. ben de okudum.'' bi şarkıyı çok sevdiğini söylüyor. hemen dinleyip hakkında fikrim olduğunu söylüyorum ona. sahtekarmışım gibi gelebilir size. ama bunu kadınların da yaptığından hiç şüphem yok. çünkü ne olursa olsun kendimizi olduğumuzdan daha güzel, daha anlayışlı, daha dolu göstermeye çalışırız. ona benzediğimizi göstermeye çabalarız. hiçbir zaman bir işe yaramayacak belki de bu. ama onu elde edene kadar bu hüküm süren tek şey. ve kimi durumlarda onunla aynı yolda yürümeye devam ettiğin uzun zamanlardan sonra bile olabiliyor. bunun adını bilmiyorum ve neden yaptığımıza dair en ufak fikrim yok. biliyor musunuz, o veya bir başkası; hayatım boyunca böyle olacağım belki de. elimde değil.

kadınları seviyorum. hiç kuşkusuz, onlar olmasaydı şu hayatta zevk ve keyif veren birçok şey olmazdı. düşünsenize, sadece erkeklerin olduğu bir gezegen. ah hayır, en azından ben buna tahammül edemezdim. kadın delisi ya da sapık olduğumdan değil. onlar gerçekten hayran olunacak varlıklar. anne olmaları, kızkardeş olmaları; bizim gibi işe yaramaz varlıklara herşeyiyle bağlanmaları ve en önemlisi tahammül ediyor olmaları hayran olunacak türden. onlar hakkında çok şey yazabilirim.

neyse...


onunla tanıştık. yani artık sadece yüzlerimiz, sesimiz, gülüşümüz, bakışımız vardı. karşıdan yürüdü bana doğru. tokalaştık. bir yere oturduk. tuhaf, daha önce görmediğin ama birçok şeyini bildiğin biri. en azından tanımayı istediğin. ama şimdi gerçek ve karşında.



onunla sevgili olduk. onunla öpüştüm. ellerini tuttum. yürüdük yanyana. bana öyle güzel bakıyor ki. gülümsemesini de unutmamak gerek tabi. ismi de çok güzel. ki onu görmeden önce biliyordum. ama şimdi tuhaf geliyor. o artık sevgilim. benim için değerli.

bazen 'şarkı'lar yetiyor.

18 Şubat 2011 Cuma

hiçbirimiz veda etmeyeceğiz

umutlu aşk şarkıları dinleyince aklıma geliyorsun. ayrılık şarkılarında da. dinlediğim her şarkı bizi anlatır gibi. ölmekten beter olmayı haketmiş olmalıyım. Tanrı istemezse yaprak düşmezdi, Tanrı istemezse insan ölmezdi ya; Tanrı ölmemi istiyor. öyle gülünç bi haldeyim ki. kendinden nefret etmek işte tam da bu. gurur, bi yere kadar kendini karşındakine iyi biri göstermeye çabalamak, başlardaki o taktikler, kendin inanmasan da karşındakinin seni olmadığın biri olduğunu sanmasını istemek... biz bunları aştık. biz senle herşeyi konuştuk. biz senle her ve şey olduk. herşeyiz. delileri severiz ikimiz de. ben soytarı oldum, sen şarkı. şarkılar susmazlar, soytarılar ölene dek soytarı kalırlar.

umrumda bile değil gurur. umrumda bile değil boşvermek. umrumda bile değil kötü olan şeylerin hiçbir zaman iyi olmayacağı. her tek başına birşey değil, olamaz da. şey de öyle. biz herşeyiz.

sararmış fotoğraflardaki iki yüz olmayalım. seni bana beni de sana hatırlatan, bizi anlatan şarkılar yıllarca dinlemeyip günün birinde herhangi bir yerde duyunca içimizi sızlatan şarkılar olmamalı. sen yabancı değilsin. ben yabancı olmayacağım. ben yabancıları sevmem. bir yabancıya bağlanmak istemiyorum. ve sen yabancı değilsin. ve sen...

yok lafı olmamalı. dilimde olmasını istemediğim o kelime de olmamalı. adı bile olmamalı. ayrı değil, aynıyız. ben hiçbir eski kıyafetimi atmadım. ben hiçbir eski kıyafetimden vazgeçmem gerektiğinde mutlu değildim. ben öleceğim dakikaya dek bu şeyi sevmeyeceğim. iyisi olmaz. o olunca kimse mutlu olmaz deme. evet olmaz. olmasın. mutlu ayrılık olmaz deme. sen istemiyorsun, sevmiyorsun, mutlu olmuyorsun diye olmayacak değil deme. sorun bu değil. mutlu olmasın kimse ayrılınca. ayrılmak hiç olmasın.


hiçbir şey istemiyorum.

günler veya haftalar veya aylar geçmeli çabucak. zaman ilaç ya da değil; zamanın ne olması gerektiğini göstermesi gerek. herşeysek eğer, bir hiç olmadığımızı göstermesi gerek. anlatamıyorum sanırım.anlatması da hissettiğini tam olarak anlatması da çok fazla zor.



tek bildiğim, iyi değilim.

vazgeçersen ölürsün


vazgeçmek denen şey, ancak sen onu istediğin ve vazgeçebileceğini bildiğin zaman oluyor. vazgeçenler kararlıdır. vazgeçenler yalnızdır ya da değil. konu bu değil. vazgeçmek, vazgeçebilmek büyük lokma. çok büyük. bi lokma ekmekle kimse ölmez belki, ya da bi kaşık suda boğulmak büsbütün mübalağa. ama vazgeçemeyeceğini bilip vazgeçersen -ki bu teoride vazgeçmek olmuyor aslında- ölürsün. tıpkı sevmek gibi. insan yedisinde neyse yetmişinde de o ya, yedinde severek yediklerini yetmişinde de yiyosun ya, bişeyi seviyosan hep seviyosun. evet belki 'sürpriz yumurta hayat', çoğu zaman seni yanıltabiliyor ve ölene dek yarın, öbürsü gün, 5 yıl sonra nerde ne yapıyor olduğunu bilmediğin ve her kim olursan ol asla bilmeyecek olduğun gibi; neyin seni yanıltacağını da bilemiyosun. ve çok sevdiğin bişeyi de artık sevmediğin şey yapıyor hayat. oysa olağanüstü şeyler, ya da sıradan şeyler; kısaca, gerçekten sevmek denen şeyi yaşıyosan onu değiştirebilecek bişey olmadığı sürece sen onu sevmeye devam ediyosun. inat değil. kalp. ama hayat böyle büyük, kapsamlı, karnı geniş, kolları sonuna kadar açık bi anneyken -ki belki üvey annedir- seni sevmese bile vazgeçmeni istemesi zalimce. her üvey anne kötü olmamalı. istanbul da öyle ama hayat başka. büyüklerimizden, gözümüzde büyüyenlerden, büyütmemizi hakedenlerden, biz bişey yapmasak da içimizde büyük yer kaplayanlardan, hayatımızın büyüklüğü olanlardan ve bizimle beraber büyüyenlerden vazgeçirmemeli hayat bizi. hayat öldürmemeli bizi.
bu yüzden ayrılıklar aptalca. bu yüzden ölüm aptalca. bu yüzden vazgeçmek, bu yüzden unutmaya çalışmak, unutmak, nefret etmek aptalca. evet sadece güzel şeyler olmaz. masallarda bile kötüler varken. ama bizde kalan şeyler bizde kalmalı. bizim olanlar bizim olmalı. vazgeçmeyeceğimi düşündüğüm ve vazgeçmek istemediğim şeyden vazgeçmemeliyim. aksine olan görünmez kural saçma ve aptalca. yanılacaksak da bu, çok sevdiğimiz, çok büyük şeyler için olmamalı.
tüm bu söylediklerim büyümeyişimden, biliyorum. tüm bu söylediklerim beni kahrediyor. söylerken bile imkansız olması canımı acıtıyor. ağlamak gibi bişey işte. boğazın düğümleniyor. gözlerin yanıyor. burnunun direği yıkılıyor. içinde evler yıkılıyor. içinde küçük çocuklar ağlıyor. ama hiçbiri hiçbir işe yaramıyor. ve yaşadığımız sürece vazgeçmek denen şeyin varoluşunu sürdürecek olmasını değiştirmiyor. aptalca.







ve ben vazgeçmek istemiyorum şarkımdan.

11 Şubat 2011 Cuma

kendime söylüyorum bunları


bazen ne yaparsan yap kimseye yaranamazsın. en olmıcak şey oluverir ve sen tam sövmelerinin sonuna gelmişken evren, üç de yetmez beş tane beş de yetmez yedi tane ver ver ver ver ver allahım ver deme suretiyle neredeyse başını yastığa koyana kadar seni çileden çıkaran binbir türlü şeyi sana reva görür. başında ağrılar, midende kramplar, dilinde küfürler.. ben bunu hakedicek ne yaptım demek, bilmiyorum bi işe yarıyomudur. bildiğim şey, bazı şeyleri sen onları haketmemiş olsan da yaşayacak olduğundur.
şroloğğğp diye herşeyi geri saran bi makinan olsun çok istersin o an. yapma allasen. sen hala, eve girdiği gibi çoraplarını üstünü başını oraya buraya fırlatan bişeysin. öyle bi makinan olsa inan ya kullanmayı unutursun ya da çoktan sıkılmış olursun. işte burda insanoğlunun şuyum olsa buyum olsa ne güzel olurduculuğunu öyle bi görüyoruz ki. aslında çoğu zaman bişeyleri kendin başarmak; bi makinaya, seni iten bi ele, söylenen bi dile ihtiyaç duymaktan daha asil. bunu biliyoruz da, iş eylemde biraz dilsiz kalıyor ya işte o kötü.

kendime çok kızıyorum. gerçekten kızıyorum. bi yemeği sonsuz kereler yemiş olsan da başka bi tat vericeğini sanmaktan başka bişey değil bu. ya da klasik işte; bi filmi sayamıcağın kadar izlemişsindir ama romantiksindir, hayalcisindir, film istediğin gibi bitsin istersin ve bu yüzden başka bi son beklersin. ama kafanda istediğin biçimde bitmiş olması gerekir zaten. ya da o yemeği bi kez daha yiyosan, istiyosundur ki yiyosundur. bu yüzden sus ve ye. ama yemeği yesen de gururun yemiyo. içine yediremiyosun bi şekilde. kendini aklayıp paklıyosun ya kendi gözünde, işte bu çok komik. her insan kendini mükemmel görür. ama kendine başkasının ayakkabısını giyip bakmalısın bir de.
her neyse. benim anlatmayı istediğim şey, hiçbir film başka bi sonla bitmez. hiçbir yemek verip vereceğinden başka bi tadı vermez. hayatındaki, etrafındaki insanlar sen onları oyun hamuruyla oynar gibi istediğin biçimlere büründürmek istesen de onlar hep aynıydılar. ve dokunduğunda değişmicekler. bu gerçeği anlasan iyi edersin. bu sözler kendime.

ak kaşıklara binip sütten çıkmaya çalışmamız bazen bazı durumlarda çocukça kalıyo. türü nolursa olsun ikili ilişkilerde hep böyle yapıyoruz çünkü. ben bunu hakedicek naptım! sen kırmızı ışıkta geçtin. sen arkadaşın aradığında açmadın ve daha sonra sorduğunda meşguldüm dedin. sen okulda işte her nerdeysen yemek kuyruğunda elinde tepsin, pardon ama sizden önce ben geldim dedin. sen sevgiline içinden gelip bi sürpriz yaptın ve sevinir sandın, sevinsin istesin, seni sevsin istedin, o da sana sürpriz yapsın istedin. bunlar küçük şeyler gibi görünebilir ama tüm yaşam boyunca bu küçük halkalar birleşip bi zinciri oluşturuyolar. küçük şeyler gibi dursalar da bi gün biri seni anlamadığında kendi kendine ne kadar işe yaramaz biri olduğunu söyle -öyle olmasan da. çünkü o zaman hakikaten canı yanmıyo insanın. lanet bi durum ki, bunu söyleyen kendisi uygulamıyo işte. ama yapmalı. yapmalıyız. her an herşeyin olabileceği şu hayatta başına kötü bişey geldiğinde -doğal felaketler, ölümler falan hariç tabi- ben bunu hakettim de. çünkü başın sıkıştığında, başını sıkıştığı yere kendin soktuğunu düşünürsen başının ağrısı falan kalmaz.

9 Şubat 2011 Çarşamba

-hastasın sen! -evet hastayım ben.


hayatımın en berbat günlerinden birkaçı işte. oturma yerlerime yediğim iğneler, durmadan yuttuğum haplar, öksürürken boğazlarımda ve göğüs kafesimdeki batan ağrılar, oturma yerlerimin üzerine oturamayışım, üstüne bi de hiçbir şeyden geri kalmayayım düşüncesiyle çıkagelen soğuk algınlığı, şırıngalarla içimi gitgide kemiren pislik ilaçlar; o şırıngalar şuurumu, şiirlerimi, neşemi, canımı alıyorlar sanki.

-geçmiş olsun.
-sağolun.
(iğnenin tenimdeki o tarifsiz sızlatıcı batışı. kendimde olmadan verdiğim teşekkür cevabı. en son çocukken popomuza yemişiz şırıngayı. gururuna yediremiyo insan bi taraftan. insanız ya, bu halde bile gururu düşünebiliyoruz işte dangalak dangalak.)

neyse ki iki gün önceki kadar hapşurmuyorum. sadece kuru öksürükler, sadece ciğerlerimdeki bu akılalmaz ağrılar, şuurum yerinde değilmişçesine ne yaptığımı ne yediğimi kimi zaman nerde olduğumu bilmediğim, düpedüz ruhsuz bi biçimde bedenimi ordan oraya sürüklemek işte.


5 gün oldu. berbat bi haldeyim.




3 Şubat 2011 Perşembe

ben bazen hep böyle


bazen yaptığım şeyden nefret ediyorum. bazen olacağım iş kadınından sıkılıyorum. bazen gideceğim şehirlerden artık gidesim geliyo. bazen susup oturasım, küsmüş bi çocuk gibi kollarımı kavuşturup başımı eğip gözümün üstünden insanlara bakasım geliyo. bazen hiç kitap okumak istemiyorum. bazen yemek yemek tamamen işkence; bazen o lanet koşu bandında yürüyüp aynada 'ne yaparsan yap hep böyle tombiş tombiş olucaksın salak' diye kıs kıs gülen yüzümü görmek, bazen uyumak tamamen işkence. bazen arkadaşlarımı aramak istemiyorum. bazen sabah herkes uyurken sıcacık yatağımdan çıkıp buz gibi suyla yüzümü yıkayıp dolabın önünde ne giyeceğimi başka hiçbir şeyi düşünmediğim kadar hararetle(evet sevmem düşünmeyi) düşünüp ve istisnasız her defasında içime sinmeyen bişeyler geçirip yollara düşmekten nefret ediyorum. metrobüste aptal insanların aptal yüzlerini görmekten nefret ediyorum. okumak için, eğitim için haftanın 5 günü 1,5 saat yolu teptiğimi öğrenenlerin ''aa o kadar yol mu gidiyosuaan seeeaann'' demelerinden nefret ediyorum. gidiyorum canım gidiyorum, bi daha konuşursan seni de eşşekler cennetine sevkedicem bebişim. bazen kadıköyü hiç sevmiyorum. bazen bişeyleri sorgulamayı istesem de hayatın aslında sorgulanamayacak kadar düz olduğunu görmek ve insanların dünyayı kurtaracaklarmışcasına yollara düşüp aptal egolarıyla boyanmış yüzlerini görmekten nefret ediyorum. bazen artık çocuk olmadığımı bilmekten nefret ediyorum. bazen, ''herşey sağlıklı olmak için'' deyip deyip aptal diyetlere girmekten ve abim sıcak sıcak gözümün içine baka baka pizzaları lopur lopur götürürken mahvolsam da ''diyetteyim ben yaee'' demekten nefret ediyorum. bi daha dünyaya gelicez sanki lan. ye işte. bazen diyet denen saçmalığı sadece biz kadınların yapmasından nefret ediyorum. bi gün öyle bi inat yapıcamki, kapılardan sığmıcam yeminle. çok kızdırıyo beni erkeklerin biçok konudanbu yan gelip yatmaları.
sigarayı bırakmış olmaktan bazen nefret ediyorum. ve tabii bu kadar dayanabildiğime. belki de abim haklı. ''sen tiryaki falan değilsin. tiryaki olmaya özeniyosun''. uzaktan özenti bi tip gibi görünmekten nefret ediyorum. ki öyle görenler varsa onlardan da nefret ediyorum. biliyorum sürekli nefret ediyorumlu cümleler ordan bakınca özenti gibi diilse bile ergen gibi görünüyo olabilir. ama valla bak durum hiç de sandığın gibi değil. dur anlatabilirim fikret.






ps: çok gitmeli konuştum. ünlü birileri ölünce twitterda en son yazdıklarını ana haberde yayınlıyolar ya hani, benim tivitlerimi görenlerin 'ne dangalakmış lan' diyebilecek olma olasılıklarından da nefret ediyorum ayrıca. nerden çıktı deme, ne bileyim ben.

2 Şubat 2011 Çarşamba

ah be deli kız...



ölümünü duyunca şaşkınlığın, hüznün, mahvolmanın en şiddetlisini içim ezile ezile tam kalbimde hissettiğim insanlardan biri oldu Defne Joy. belki bu kadar yaşama bağlı, ne olursa olsun ayakta kalabilecek güçlü bi çocuk olmasaydı bu kadar içim sızlamazdı. bizzat tanımış olmasam da görüp görebileceğim en herşeyi dibine kadar yaşayan insanlardan biri O. sanki yakınımda yaşıyodu. sanki o gülünce gülüşünün sesini kahkahasını bağrış çağrışını tam dibimde hissediyodum. gözleri dolunca sanki gözyaşlarına dokunacak gibi oluyodum. öyle inanılmaz geliyoki hala. bilmiyorum...

insan çok değerli bi varlık. yaşadığımız bu aptal zamanda, aptal diktatörler başımıza dikilip karga sürüsü gibi içimizi kemiriyorken; insana değer verilmeyen bi ülkede yaşamımızı çürüteceğimizi biliyoken; hala iyilik ve insanlık adına bişeyler yapılması gerektiği bilincine erişememiş cahil insanların kalabalık oluşturduğu saçmasapan bi yerde sürekli yerimizde sayıyorken ölümler daha çok acıtıyo. bunu biliyorum. ve maalesef ölümlere, felaketlere, kötülüklere ve kötü insanlara ve yapılan tüm kötü şeylere alışıyoruz. bişeylere alışmak çoğu zaman elzemdir evet. ama hayatı bi daha yaşamıcaz. bi daha, şu an akşamın bu saatinde bu kar soğuğunda dışarı çıkıp koşma şansın olmıcak. bi daha birilerinin çocuğu, kardeşi, sevgilisi olmıcaksın. bi daha güneş görmiceksin. hayat böyle bişeyken ve tam da böyleyken ben birileri ölürken alıştım demek istemiyorum. evet giden gidiyo. evet herşey gelip geçici. ama neden tüm o aptallığı bi kenara bırakıp kendin için, insanlık için iyi bişey yapmıyosun aptal politikacı adam. aptal şakşakçı. aptal cahil ve bilinçsiz sürü insanı. ne dersek diyelim belki herşey hep böyle kalacak. ama kalmasın. ama bişeyler yap.

tam 1 ay önce yine böyle kötü bi haber almıştım. çocukluğumun beraber geçtiği kuzenimin ilik kanserine yakalandığı haberi. 1 aydır ne zaman gitsem görmeye, içime akan gözyaşlarımın hiçbir işe yaramaması, hiçbir şey yapamıyor olmak öyle acıtıyo ki canımı. gencecik kız. dualar ediyorum tam 1 aydır. saçmasapan bi şaka olduğunu düşünüyorum ya da inanmak istemiyorum işte. daha kötüsünü düşünmek bile istemiyorum. etrafımda hastaların, ölüm haberlerinin günden güne daha arttığını gördükçe artık hayata daha sıkı bağlanmak gerektiğini düşünüyorum. insan denen şey, hiçbişeyi gerçekten yaşaması gerektiği gibi yaşamıyo. en azından benim böyle olduğumu görmek beni kızdırıyo. ve Defne'nin ölümü tüm içime dolanları çok az ve hiçbir işe yaramasa da bi nebze içimden çıkarmama sebep oldu.


bizi şaşırtmaya ve güldürmeye uğraşan deli kız, bu yaptığını unutmayacağız. Seni unutmayacağız. hep gül Sen.