31 Temmuz 2011 Pazar

reklamcıinsankişisi tatilde vol 4


çokçadır yazmıyorum. neler olmadı ki...

malum tatildeyim. ne zamandır yazıcam desem de yan gelip yatmaya alışmışım ya, bilgisayarı açmak bile çoğu zaman işkence. ama bazen ilginç, sevimli, güzel, delice şeyler yaşadığımda neden bunu yazmayayım ki diyorum. bazen kalabalık oluyoruz, misafirler gezmeler falan diyince başını kaşısan kovalarlar gibi bişey.

çarşamba günü atladık arabaya, düştük yollara. Rotamız Muradiye Şelalesi. yolumuzun üstünde bi sürü köy geçtik. kara kara küçük çocuklar, traktörler, ufukta uzak köyler. Çaldıran'dan geçtik. ve derken vardık. ben tabi sabırsızlanmalar başladı. nerde şelale hani göremiyorum diye çocuk gibi debeleniyorum. sanki şelale kapıda karşılıycakmış gibi. girdik, piknik alanı gibi bi yer. arabayı park ediyoruz ama o park etme ömür geldi bana. neyse sonunda arabadan zıplar gibi indim. sol tarafta asma bi köprü, uzanmış boylu boyunca. uzakta olduğum için vehametin hiç mi hiç farkında değilim. şelale sesi de fonda. yürümeye başladık, köprüye birkaç adım kala. ne göreyim, bildiğin asma köprü! zemine bak, aşağıda giden nehri görüyosun aradan böyle. 5 kişiyiz, sadece bizim kilolarımızla bile kopabilecek o köprüde biz geçerken 15 kişi falan vardı. hayır, sadece biz olsak gene umutlanırım falan hani de 15 kişi ne abi. hayatta kalma olasılığın pat diye düşüyo. her neyse. sallana sallana yürüyoruz, korka korka. beşik gibi ama hiç abartmıyorum. onca sene nasıl dayanmış bilmiyorum artık. şelaleye mi aşık nedir. yani ne bileyim insan ancak aşıkken o kadar dayanabilir omzundaki yüke. belki aşıkken bile sırtından onca insanın yürüyüp geçmesi seni deli eder, sonunda çekip gidersin. ama bu asma köprü elinden öpülesi hakikaten. neyse öyle ya da böyle köprüden geçtik. oturduk şelale manzaralı kahvaltı sofrasına. ben, babasına ''baba hadi fotoğraf çekelim'' diyip duran küçük bi kız çocuğu sanki. adamcağızın kahvaltı niyetine beynini yedim. ama çekebildiğim kadar da fotoğraf çektim. telefonumda da şelalenin sesini kaydettim. ilk gördüğüm şelaleyi ardımda bıraktım sonra.

yola devam etmeliydi. ikinci rotamız Doğubeyazıttı. şansımıza yollar yeni yapılıyodu, pata küte gittik koca yolu. hele bi de yaz olunca, o arabalar geçiyo, nasıl bi toz kalkıyo. sağda Ağrı Dağı durmadan. başında beyaz karlar. bi ara artık nasıl acıkmışsam Ağrı Dağı'nı isviçre çikolatalarına benzettim. böyle tepesi beyaz çikolatalı dağ figürlü çikolata. normalde o sıcakta dayasan çikolataları düşün benim gibi bi çikolata manyağı elinin tersiyle iter. ama artık benim o doğuştan kıtlıktan çıkmış bünyem o an herşeyi bi yiyeceğe benzetebilecek boyuta çoktan gelmişti. koca Ağrı Dağı'nı çikolataya benzetmem de bu yüzden normaldi. ilçeye vardığımızda çarşıdan geçerken sağda solda insanları seyretmek, seyyar satıcıları seyyar satıcılardan kavun karpuz alanları dükkan önlerinde oturan esnafı, kahvedekileri marketleri herşeyi herkesi seyretmek bana müthiş bi zevk verdi. sıcak falan umrumda olmadı öyle çok. nedense seyahatlerin en çok etrafı gözlemek kısmını seviyorum. bu çocukluğumdan beri hep böyle oldu. en çok da insanlar tabii. yoksa napiyim yan duvarında SATLIK DUKANLAR yazan küçük bakkalları fırınları. arada seyirlik tuhaf şeyler de çıkıyo ama en çok insanların halleri, hele ki daha önce hiç gitmediğim bi şehrin insanlarını görünce gözümü alamıyorum. dışardan yanlış anlaşılma ihtimali var elbet ama amaaann. sonunda İshakpaşa Sarayı ufukta göründü. tam dağın tepesinde koca bi kayanın üstünde. düşmemek için kendini zor tutuyo sandım bi ara, üzüldüm onun adına. ama durum sandığım gibi değildi tabi. arabayla dağ yolunu yürüyoduk. yani bildiğin yürür gibi gidiyoduk, düşün dağa çıkıyosun. İshakpaşa Sarayı'nın önüne geldiğimizde etkilenmiştim. çünkü kaya üstünde saray! aşağısı Doğubeyazıt, panoramik, her yerini görüyosun. inanılmaz güzel. bizimkiler önceden gördüklerinden kapıda oturdular. ben aldım fotoğraf makinamı, girdim saraya, başladım keşfe. harem odaları, ziyafet salonu, ambarlar derken altını üstüne getirmeye kıyamadım, zar zor duruyo gibi zaten en tepede. sadece gezdim. ve bissürü fotoğraf çektim. evde ağzına kadar doldurduğum şarjı yiyip bitirerek beni o sıcakta deli eden telefonumu oracıkta saray avlusuna bırakıp gelmek istediysem de yapamadım, elim gitmedi, güzel telefon yazık nan. iyi kötü idare ettik birbirimizi. öhömm neyse. ne diyoduk, telefon kapandıkça ben açmaya uğraşıp çekebildiğim kadar fotoğraf çekmeye devam ettim. inatlaşarak böyle, o kapandı ben açtım pıt pıt çektim, o kapandı ben çıldırdım. neyse sonunda saray gezim son buldu da yat zıbar lan dercesine attım çantaya. bu arada laf aramızda, adı üstünde saray gezerken o havaya bürünüp sultan edasında yürümeye başlamalar, buğulu gözlerle etrafı süzmeler falan ben böyle başka bi dünyadayım.

uzun süredir denizsizdim:( 2 gün önce gittik ama 2 gündür kırmızı bi kütle şeklinde dolanıyodum ortalarda. güneşte çok kalmışım, takıp ipodu klip çeker gibi havalara fazla girmişim bu yüzden yanık acısı müstehak oldu bana. neyse ki bugün daha iyiceyim. denizde çocuklara yüzme öğretmeceler, tam sıcak kumlardan o buzz gibi suya girince birkaç kadının genç kızın toplu halde su atmaları, denizde yılan var diye bağrışmalar falan.

bunlarla kalmadı. son 1 haftadır deliler gibi bisiklet sürmeye başladım. yıllardan sonra pedal çevirmek acaip mutlu etti beni. evet evet bu duygu kesinlikle mutluluk. nerden baksan 10 yıl vardır çünkü ayrılışımızdan sonra. bununla beraber, araba sürmeye de başladım. acemiliğin özellikle araba sürerken çok göze battığını gördüm. çok sinir bozucu! hele babayla araba sürmeyi öğrenmek hep zordur, ah bu zorluğu yalnız yaşayan bilir. sırf adam sinirlenmesin diye 2 günde kaymak gibi araba sürmeye başladım yeminle. tek güzelliği bu yani, babayla araba sürmeyi öğrenirsen babayı almazsın, deli manyak bi şoför olursun!

artık istop etmiyorum!

artık geri geri de gidebiliyorum!

artık bıraksan tek başıma arabayı çalıştırıp gidip gelebilirim! ama gözünü seveyim insansız, arabasız, kedisiz ineksiz falan bi yol olsun. onun dışında tamam yani!

ve ben artık ehliyet istiyorum!

22 Temmuz 2011 Cuma

iyi ki doğdun blog!

birşey anlatmadığım ilk yazım bu sanırım. günlerdir aklımda. bu bir kutlama yazısı. bugün blogun 1. yıldönümü. yani bugün blogum 1 yaşına bastı. hala çocuk ama 1 yaş daha büyüdü. güzel bi hikaye bu ve benim için değerli. hadi en başa dönelim.
geçen yaz, bi blogun olucak deselerdi inanmazdım ama oldu. iyi ki oldu. 22 temmuz 2010 günü oturdum ve başladım yazmaya. bi gün meydan okur gibi yazdım, neredeyse herkese herşeye muhalif oldum. gün oldu feminist hırkamı giydim. kadınları yazdım, erkekleri. sevgili durumlarını, ayrılığı, kıskançlığı, intikamı. yeri geldi kafam bozukken öküz diye şiir yazdım. mutluluğu sorguladım, platoniktim oturdum yazdım, zayıflamak için kendimi yırttım evrene olumlu mesaj gönderdim tek başıma olmaz sandım kızları da harekete geçirmeyi denedim, saçmalamak istedim saçmalama özgürlüğüm olduğuna inandım ve saçmaladım, mevsimlere çattım şuna buna bi sürü şeye daha, hastalandım yazdım, okul sıktı okumaya fitil oldum oturdum çemkirdim, direndim uğruna savaşmak istediğim şeyler için savaştım ve yine yazdım, insanlara baktım gözlemledim hepsi yazılabilirdi ve yazdım. mutluyken yazdım. depresyondayken, kızgınken, heyecanlıyken, yalnızken, aşıkken. kısaca anlatmak istediğim ve anlatmam için gözümün içine bakan herşeyi yazdım. içimden geldiği şekliyle, süzgeçsiz boyasız cilasız. çocukluğumdan beri yazmaya aşığım! hep bişeyleri yazmak vardı içimde. bunu blogda yapmak da varmış.

hiç tanımadığım insanların yazdıklarımı okuması fikri blogu açtığım ilk günkü gibi aynı şiddette heyecan veriyor bana. beni okuyanların sağdaki takipçilerle sınırlı olmadığını bilmek tuhaf hissettiriyor.

bloga girenleri saymam imkansızdı. bunu yapan bi sayacım olduğundan beri her gün ilk bloga baktım kaç kişi girmiş, ama nasıl sabırsızlıkla. günden güne ordaki sayı arttı. yazılara yorumlar da başlayınca karmaşık duygular daha da karmaşıklaştı, ama bunlar güzel duygulardı. hamur yoğurur gibi yoğruldu yazma biçimim. gelişti, büyüdü, yavaş yavaş oturmaya başladı.

artık kurumsallaşmak gerekti. 15 kasım 2010'da blogun facebooktaki sayfasını açtım. bütün arkadaşlarımı çağırdım, dedim gelin bakın burda çok renkli şeyler oluyor dostlar. sonra onlar da arkadaşlarını çağırdı, yavaş yavaş kalabalık olduk. blogdaki yazılarımı ilk orda yayınladım. bununla da kalmadım, kendi twitter hesabımda yazdığım her yazıyı hiç vakit kaybetmeden paylaştım. blogda sayaç döndü durdu, heyecandan başı döndü, benim de. sanki dönmüyordu da heyecandan titriyordu.

reklamcıinsankişisi blogunun artık bi tarzı vardı. çok özendim. onca yazı yazdım. biliyorum 11 yıl da olsa bu blog bana hep aynı hissettirecek. ilk gözağrım, ilk yayın heyecanım, sevincimi sayan ilk sayaç ve ilk kurumsal mutluluğum.

reklamcılık okumanın yan etkisi, blogu daha fazla insanla buluşturmak için delice fikirler bulmak. manyak fikirlerim var, en kestirme zamanda yapıcam!


siz, beni okuyanlar... bazınız yeni yazıyı heyecanla bekledi, bazınız ara sıra uğradı. bazınız eleştirdi, belki bazınız sevmediniz. ama iyi ki geldiniz, iyi ki varsınız. teşekkür ederim. blogun doğumgününü kutluyorum elbet ama aslında gerek yok kutlamaya. benim için her zaman 1 günlük, her zaman ilk gün.

baksanıza, yukarda, blogun doğumgününü 4 yaşındaki reklamcıinsankişisi de kutluyor:)


19 Temmuz 2011 Salı

reklamcıinsankişisi tatilde vol 3


# bi çay keyfi yapamadık. geçenlerde bahçede masada oturuyoruz kadınlar komşular falan. bi de masanın altında heykel gibi bi kedi. tepede ağaç var, hani dalla korkutmaya çalışıyorum imkanı yok korkmuyo. elimi şaklatıyorum gitmiyo, şşt diyorum durmuş yüzüme bakıyo. hayvanseverler bana kızmasın ama kedi kısmı da az biraz laftan anlar yani. her neyse. bi ara baktım bu kayboldu. normalde ayağıma sürte sürte bi hal olan kedi a-a baktım yok. neyse bi ara içeri gittim. tam oturucam baktım kanepenin örtüsü havada! hani böyle rüzgar eser de masa örtüsünü falan kabartır ya ondan. elimi attım düzelteyim dedim demez olaydım. çığlık attım! o kabarıklığın altında hareket eden tüylü yumuşak bişey. şu an bile şaşıyorum o an nasıl bayılmadım diye. kediymiş kedi. yarım saat kendime gelemedim. sonraki birkaç saat tetikteyim, evi köşe bucak arıyorum bakıyorum belki yine ummadığım yerden çıkar mıkar. hayır madem o örtünün altına girdin, ne diye elimi attığımda az öteye kaykılmadın. o kabus anını bana neden yaşattın! örtünün altındaki o canlı kütleyi bi süre unutamam gibi.

# geçen gün öğleden sonra arka bahçeye dadandım. attım yere minderleri uzandım oh. kafamın üstünde vişne ağacı, sağımda salatalık domates fasulye falan ekilmiş, her yanım yeşillik, çimen. bazen yanımdan kelebekler uçuyo. yaslandığım ağaçtan bana doğru karıncalar yürüyo, üfledikçe yenisi geliyo. bi ara bi tanesi rotayı şaşırıp geldi tişörtümden içeri girdi gerizekalı. tam keyfim yerinde derken hobaa ben kalk onu kovmaya çalış. karnında omzunda pıtı pıtı yürüyen küçük bişey ıyy! karınca ısırığı diye bişey de var ki düşman başına! o küçük cüsseyle koca insanı yemeye çalışıyosun spastiğim benim!

# maalesef hala traktör tepesinden yazamadım size:( ya da herhangi bi köy düğününde bi gelin caz müziğiyle ayakkabısının altında yazılı ismime basa basa ordan oraya halaya katılmadı. damadın gelinliğin eteğine habire basıp durması da cabası. ama düğüne gitmek dersen daha dün akşam bi tanesindeydim. bizim burda düğünlerde artık havai fişek de atıyolar, müzikti falan derken çok güzeldi.

# doğayla içiçe olmak olayını öyle Belgrad ormanına falan gidince hissedemezsin, doğayla içiçe olmanın hasını burda yaşıyorum. geldim geleli bi yılan görmedim, bi de ayı. hani güzel sofralar için bi kuş sütü eksik derler ya ordan aklıma geldi. gerçi bizim burda ayı da yılan da yok ama bi ayım bi de yılanım eksik, geri kalan herşey için tamamım.

# burası yoga ya da meditasyon için biçilmiş kaftan. otur çimlere kapa gözlerini, öyle yeşillerin içinde olduğunu hayal etmene gerek yok zaten içindesin. geldiğimden beri oturup iki satır yoga yapamadım ama unutmazsam bi ara onu da yapıcam.

# yapıcam dedim de.. sakin ve doğal bi yerdeyken kafandaki yapılacaklar listesi kendini imha etmek için neredeyse can atıyo. yok şunu yapıcam, yok bunu yapıcamlardan eser kalmıyo. ne de olsa vakit gırla, herbişeyi yap. İstanbul'a dönünce sil baştan yeni bi yapılacaklar listesiyle sahnelere dönücem. yenilik her zaman için iyidir! (onu gel bi de bana sor sen. yapılacaklar listesinin düşüncesi bile tüylerimi diken diken etti. sanırım burda tembelliğe haddinden fazla alıştım)

# görüyo musun laf lafı açıyo, doğal yaşam dedim de.. organik olana yönelme çabasını burda kimsede göremezsin, senin de kendini harap etmene gerek yok. ne ararsan doğal! organik adı altında içine binbir kimyasalın boca edilmediği sütüydü yumurtasıydı hatta suyuydu herşey doğadan, koyundan tavuktan. birinci elden tüketmenin zevki de başka oluyo. nasıl ki 2. el arabaya binmekle sıfırına binmek aynı olmuyosa, bu da öyle.

# bazen uyku düzenimin terbiyesizce devam ediyor olması içimi yakıyo sevgili okuyucu. hani ne bileyim doğa doğa diye burda böyle bıdı bıdı konuşuyorum ama hala 1de 2de uyuyorum, sabah 6'da kalkmaksa tamamen rüya. bu yaz gününde metabolizmama azıcık insan ol diyorum, bu bi emirdir!

# hey az evvel ilk defa semaver yaktım! bu benim için birkaç el hareketinden ibaretti ama duyduğuma göre İstanbul'da naklen yayınla davullarla zurnalarla kutlanmış hocu.

# SON DAKİKA! az evvel daha önce ne zaman yaptığımı hatırlayamadığım bişey daha yaptım. gittim kayısı ağacının altına, ağaçtan bal aldım ve yedim. o nasıl bi tat, nasıl bi güzellik. bana doğanın kalbinde olduğumu hissettiren bu tip şeylerin emeğine sağlık diyorum.


yaşasın doğal hayat!

8 Temmuz 2011 Cuma

reklamcıinsankişisi tatilde vol 2

acaip günler yaşıyorum. her gün ilçenin dört bi yanından 'caz sesleri' geliyo. ama sanmayın ki bu caz, içinde saksafon falan barındırıyo. bizim burda, bahçede kapı önünde açık alanda yapılan düğünlerde gelen müzikli gruba caz deniyo. çocukken önce bi garipsemiştim. millet ''bak şimdi caz gelicek'' diyince bi louis armstrong değil ama o tarz biri bekledim. abi bi de ne göreyim, bildiğin sazlı keyboardlu falan bi grup geldi hobaa başladılar halaya. hele ki yaz mevsiminde gelmişsen, oturduğun yerde gayet senkronize etrafın sarılıyo caz sesleriyle. açıkhava düğün olunca hadi bi gidip görelim deyip gidebiliyosun. ama bunlar her zaman da düğün olmuyo. düğün öncesinde birkaç gün süren eğlence. ama düğünden farksız yani. onda da 'caz' var, onda da halay var, onda da düğün havası vs.

doğal yaşamın tam ortasındayım. öyle ki, oturduğun yerde tepeden ağıyla inen örümcek, helikopter havasında gezen karasinek ya da her an başının etrafını tavaf eden kelebek görebilirsin. abi hadi kelebek tamam da o örümcekle o sinek niye öyle havaya giriyo! kendini Lara Croft sanan ya da büyüyünce Arnold Schwarzenegger(soyadı kendi başıma yazdım sanma, gugıl reyiz sağolsun. o değil de gel de muhalif olma, o nasıl soyaddır abicim, allaşkına bi söyle. hayır ben eminim o adam bile kendi soyadını söyleyemiyodur. olcak iş değil yani) olcağını sanan tipler bunlar bildiğin. ama bi dön bak dimi, altı üstü hayvansın yani. iki kanadın var diye ne o öyle uğur dündar gibi tepeden inmeler falan. akıllı ol derler adama.

kıt hayvana tahammülüm yok, bunu biliyorum. o karasineklerdeki artık inat mı desem, kişilik mi desem nasıl tiplerse, elimde kırlentle peşinde koşuyorum, ama sinek abimizin egosundan geçilmiyo. artık o sırada ne düşünüyosa, daha bi gazla üstüme üstüme geliyo. ve bunlar onlarca gibiler, ve bunlar gün günden daha da artıyo gibiler!

dün sokakta bi oğlan çocuğu gördüm. görür görmez de bittim. en fazla 4-5'inde. çocuk bulmuşum durur muyum. bi sürü deli fotoğraf çektik. tamamdır! ben hayatımın aşkını buldum. işte ordan bakıyo.

bugün yine yeni doğmuş bi bebek geldi. yüzüne hamurla şekil verilmiş gibi, ağlayınca o yanaklar nasıl şekiller alıyo, o yüzündeki şişlikler, çukurlar falan. kucağıma aldım, nasıl hafif. düşündüm, nasıl bişey bu. hiç sebep yokken alıp içime asasım, asırlarca seyredesim vardı. tutup göğsüme yapıştırıp, hep orda kalmasını sağlayıp, ne zaman içim acısa ona bakıp hayatın hem güzel olduğunu görmek hem de faniliğini unutmamak istedim. çok güzeldi. hayatın ta kendisiydi.

7 Temmuz 2011 Perşembe

insanlar çok öyle çok böyle

# sigara içerken gayet anlamsız bi şekilde gözlerini kısıp havaya giren insanlar var. hayır sanki tom waits klip çekiyo yanında. charles bukowskiliğin alemi yok usta.

# sinirlenip kapıyı çarpsan, sinirlendiğini görmeyip ''kapıyı neden çarpıyosun'' diye sorabilen insanlar var. hayır bi sor yani kapıyı çarpan niye çarpıyo? kapı kırılsın isterse, kapıyı çarpan kırılmış yeterince. işte bu kapı, işte bu da sapı! diyesin gelir valla.

# kafasında durmadan yapılacaklar listesi oluşturmaya devam eden ama sorsan birini bile gerçekleştirememiş insanlar var. ne yazık ki ben de onlardanım. ne yazık ki o listede an itibariyle kaç madde olduğuna dair en ufak bi fikrim yok. ve ne yazık ki günümüz internet karşısında geçen modern hayat hepimizi bir bir o hale getiriyo. neredeyse tuvalete gitmeyi bile yapılacaklar listesine dahil etmeye başladık üstad sen ne diyosun.

# aslında yapıyor olduğu şeyleri başkalarıyla biraradayken ''o ne lan hayatta yapmam'' diye anlatan insanlar var. tamam tamam sen herşeyin en güzelini yaparsın, sen en şahanesin! hadi git şimdi.

# kendisi çok mükemmelmiş gibi, tartışılıcak eleştirilicek tek bi yanı yokmuş gibi başkalarının hayatlarını eleştirme, başkalarının kararlarını yorumlama yetkisini kendinde gören insanlar var. herkes onun saçmalıklarını dinlemek için çıldırıyor sanki. işi daha da abartıp aşağılayıcı sözlerle aslında kendi seviyesini ortaya koyuyor onlar. her yerde empati de empati diye salak salak gezen tipler de hep bunlardan çıkar ama. hadi sar bakalım ordan bi yarım empati öyleyse diyesi gelir insanın. bırak kendini mükemmel sansın aptal dünyasında!

# hiçbir şeyi zamanında, olması gerektiği gibi yaşamayan insanlar var. bakıyosun liseli kızlar giyiyolar topukluları, çekiyolar tüm hatlarını millete gösteren dapdar skinny jeanleri, o çok özendikleri gossip girl kıvamına ulaşabilmek için. ''bi kitap açıp okumuyolar azizim, sorsan dünya klasiklerini bilmezler'' diye saçmalamıycam ama en azından 15 yaşındaysan 15 yaşındaymış gibi giyin. ya da üniversiteliysen spastik gibi hala ilkokul 3'e gidiyomuşsun gibi giyinme ya da davranma. hayır sizin dediğiniz olsa yaş, büyümek, çocukluk, ablalık falan filan bunlar olmazdı. sonra gör sen curcunayı. ama madem yeryüzünde böyle şeyler var, o zaman onları bilip ona göre yaşıycaksın.

# ''buralar bana göre değil, çok modernim ben'' dese de dibine kadar ataerkil ve geleneksel insanlar var. bunlar hemen hemen her yerde karşınıza çıkabilecek bi tür. kadını da çok ama bunlar çoğunlukla erkek ve iki yüzlülüğün yeryüzündeki temsilcileri. gördüğünüz yerde ulaşamayacakları bi yere saklanmakta fayda var.

# dev aynasından kendine bakması, bi yere kadar aşağılık kompleksinden kaynaklanıyor olabilir ama dev aynasında yaşayan insanlar var. bakıyosun şu hayatta hiçbir şey başarmamış, büyük bi aşk yaşamamış, güzel dostluklar kurmamış, güzel şehirlere gitmemiş, güzel şarkılar dinlememiştir ama kendini çok değerli bulur. insan değerli bi varlıktır o ayrı, bahsettiğim o değil. yani çok başka bi frekanstan hayata, insanlara bakmaktan söz ediyorum. bu söylediğim insanların hepsi olmasa bile büyük çoğunluğu kendi dışındakilere yukardan bakma potansiyelindedir. halbuki ne gerek var. hiçbir şey olmayışınla otur oturduğun yerde, kimsin ki sen!

# tamam bi ara moda gibi bişeydi, kime baksan öyle yazıyodu falan ama halen daha yapıo, içio, susuo şeklinde yazan insanlar var. hayır alt tarafı araya bi tanecik y harfi gelicek hepsi bu. bununla kalsa iyi. hangi yüzyıldayız hala seviore, yapıore yazan insanlar var. bundan nefret ettiğim kadar son zamanlarda pek az şeyden nefret ediyorum. bilerek ve isteyerek itici olma konusunda birçoklarının üstüne yok.

# moda olanı, popüleri, gündemde olanı takip etmeyi kültürlü olmak sanan insanlar var. işi daha da ilerletip sırf yeniyi takip ettiği için kendini yetenekli sayıyo bunlar. hiçbir şey üretmeyip ya da bu zamana dek üretilmiş değerli şeyleri bilmeyip, sanata dair iki kelam edebilecek kadar bile bişeyler biriktirmeyip nasıl bu denli kendine güvenir ki insan. özgüvenini yiyim senin!

4 Temmuz 2011 Pazartesi

reklamcıinsankişisi tatilde


semaverler, yer sofraları, haşarı köylü çocuk sesleri, memleket kokusu, beyaz yazmalı kadınlar...

burda ikindiye kadar uyumuyosun mesela. dilediğin an asıl ağaca, avuç avuç erik elma kayısı falan topla. düşün tek kuruşa gerek yok. tabi dozu çok aşma, yoksa karnının içinde kazan varmış da durmadan biri o kazanı çeviriyomuş gibi olursun. ilk günlerde olur böyle şeyler. bi de ilk geldiğim günlerde istisnasız hep rahatsızlanmışımdır. artık hava değişimi mi dersin, pis havaya pis suya pis insanlara alışmış bünye temizini bulunca ona bi alışma evresi mi dersin bilmem. oksijen çarptı valla! gerçek şu ki, ülkenin bi ucundan öteki ucuna geldim! geleli tam 1 hafta oldu ama artık nasıl bi bünyeyse, hala o değişimli alışma evresinin rahatsızlıklarını yaşıyorum. neyse ki her güzel şeyin bi bedeli vardır sorunsalı işi tatlıya bağlamaya yetiyor da artıyor.

dostum, daha önce hiç Doğu'ya gitmemişsen bi denemelisin. hangi şehri olursa olsun gitmelisin. kartpostalım yok ama burdaki manzaraların, portrelerin, fotoğrafların karşısında gözlerine inanamazsın. birkaç tane attım farzet diyemem, çünkü hakikaten yaşamayan bilemez.

geldim geleli bizimkiler eve ne zaman bi bebek gelse benim görmem için resmen seferber oluyo. biliyolar ben nasıl bebek delisi! geçenlerde daha 1 günlük bi tanesi geldi. en son ne zaman 1 günlük bebek görmüştüm hatırlamıyorum ama o yumuk yumuk gözler, yanaklar, eller aklımdan çıkacak gibi değil. bence bu hayatın en güzel mucizelerinden biri bebekler. sırf başkalarının doğurduklarına böyle saldırmamak için, yani sırf benim olsun diye anne olasım geldi delice. oluyo bana bazen böyle şeyler. yani aslında bakmayın çok feminist geçinenler de evlenir, anneliğin sorumluluklarını taşıyamayacak kadar hala 'çocuk' olduğunu düşünenler de bi gün mutlaka anne olur. doğanın kanunu bu. yanlış anlamayın kendimi bu kategorilere koyduğumdan söylemiyorum ama gerek yakın ya da uzak çevremde, gerekse ünlüler bazında bunun örneklerini çok gördüm. her neyse ne diyoduk.. heh, yani burda öylesine bi yakın olma durumu var ki, kadınlar aman millet çocuğumu öpmesin aman çocuğum mikrop kapmasın diye içini kemirmiyo(laf aramızda bazen elime geçen ilk bebeği tuttuğum gibi kaçırmak ve bebeğim oldun daha ilk günden, ne çabuk dediğin zaman ağlıyorum diyesim, kıtlıktan çıkmışçasına öpmekten kafayı bulasım geliyo. ama bi gün bunların hiçbirine gerek kalmıcak lan diyorum ve rahatlıyorum. yani gerek yok şimdi bebek sevdasından mapus damlarına düşmeye dostum. aşkına eşkıya stayla.) hatta al senin olsun diyenini çok gördüm inan bana.


yazıcak o kadar çok şey var ki.. bunu bi yazı dizisi haline getiricem ve her bölümde başka başka maceralarla karşınızda olucam dude. bakarsınız aniden çıkıp bu satırları traktör tepesinden yazıyorum ya da şu an bi köy düğünündeyim, bunları da telefondan yazıyorum ama benim telefon değil. ödünç aldığım bi telefondan yazıyorum. şehirden geliyosun, güzel telefon almayı biliyosun ama internete giremiyosun derler adama. neyse. bu arada çaktırmayın ama, bi ara kızlar gelinin ayakkabısının altına isimlerini yazıyolardı, kendimi tutamadım ben de yazdım diyebilirim.