30 Aralık 2012 Pazar

sevgili evren, şu işe bi elini at hadi gözünü seveyim

yılbaşı da neymiş ki ona özel yazı yazıcam. benim derdim başka.

geçen yılın sonu gibi yine aynı mavralar, aynı teraneler, kıpkırmızı kesilen dışarlar ve telaşla kıpkırmızı kesilen insanlar. en balık bakışım, en ukala ses tonumla ''gerek var mı? yooo'' deyip geçmek istiyorum ama maalesef deyip geçmek kolay değil, hayvanlar gibi çekmek zorundayız! aslında baya bayaa okkalı küfürler savurmak istiyorum ama küfürle bir yere varılabilseydi dolmuş şoförleri şimdiye Felix gibi uzaya gitmişti.

benim gibi düşünen insanlar olduğunu bilmeye ihtiyacım var. gerçekten. olay artık ''hay yeni yıl size girsin!'' durumunu çoktan geçti. insanoğlu keşke bütün bu yeni yıllara giremese, ki sadece kağıt üstünde yeni yıla giriyorlar pratikte geriye dönüş var. keşke en başa dönseler, aslında orada bile yatacak yerleri yok, çünkü şu an bi yerlerde eminim ilkel insan bile bu gerizekalılardan utanıyor! çünkü ''yılbaşıığğğ huooğvvvv'' diye neredeyse sokağın ortasında poposunu sallayıp Macarena dansı yapıcaklar. hatta hiç abartmıyorum neredeyse popolarını açıp ''ahahah yeni yıla popomu açıp girdim bana şans getirecekk!!'' diye sevinç çığlıkları atacaklar! çıldırmışlar! böyleleri yüzünden bazen insan olmaktan utanıyorum.

''nasıl reklamcısın, bu işlerin tam göbeğindesin bla bla'' diyenlere cevabım: sevmek zorunda mıyım? yooo. ayrıca ben insanlara bu ''salaklığı'' güzel, iyi, hoş göstermeye çalışan makinanın çarkında bir dişli de olsam benim o makinaya tapmama ve kölesi olmama engel asi ruhum var! sonuçta dünya kapitalist dünya, pılını pırtını toplayıp başka bi gezegene çekip gitmek de ne yazık ki şimdilik imkansız olduğundan, ''kalabalıklar arasında yalnız''metaforuyla idare ediciiz.


bir musibeti bin milyon nasihate yeğlerim!

keşke diyorum tam böyle dalıp gitmişken bi anda o Noel Baba gelip bu ''yılbaşıcıları'' korkutsa, bunlar bi güzel altlarına yapsa, ay ne gülerim yaa. sadist değilim elbette, ''musibetin'' zaman zaman elzem olduğuna inananlardanım. keşke böyle bişi olsa ve ben de buna şahit olsam. ''hahaha embesillerr!!'' diye haklı olmanın gururunu yaşasam bağıra çağıra. ve bütün bu güruh akıllansa, adam gibi 31 Aralık'tan 1 Ocak'a geçse, poposunu sallamadan. ama böyle bişey hiçbir zaman olmıycak. embesillerin sayısı gitgide artıcak ve ben ve benim gibiler kendimiz yırtarcasına çıldırmaya devam edicez. yıl olarak ilerlesek de ne yazık ki zeka olarak sistem tersine işliyor.

şu birkaç gün dışarı çıkmamak için çok çabaladım. bu salaklık yalnızca tv kanallarıyla sınırlı kalsın istedim, ama dedim ya aynı gezegendeyiz nereye kaçıcaksın ve maalesef dün bi alışveriş merkezinde kısa bi işim vardı. naparsın, istemediğin ot burnunda bitiyor işte. yol boyu kendimi yedim, şimdi o boş kalabalık, o aptallık arasında kalpten gitmem umarım dedim durdum ve sonunda kapıdan girdim. daha kapıda benim cinnetim başladı. kırmızı halı sermişler, millet de kendini bi bok sanıp tın tın yürüyor. Allah bazı insanları ibret olsun diye yaratmış buna artık eminim. ulan gerizekalı, sen orda Oscar mı kazandın da bi havalar bi tafralar. alt tarafı kıçı kırık bi avm'ye gelip iki vitrin bakıp gideceksin geç git işte. hızla transit bi şekilde yanlarından geçip içeri girmeyi başardım. her adımda ayrı bir cinnet keyfi yaşadım. yürüyen merdivene ulaşmaya çalışırken öpüşen vıcık vıcık çiftleri yarıp aralarından geçtim bu kez teyzeler halalar çıktı önüme. engelli koşu misali, adeta bir Mario gibi binbir mücadeleyle yürüyen merdivende de bu kez önüme dikilmiş bıyıklı amca. Allah'ımmm adamın dibine girmişim ''şeyy.. pardon.. pardooon'' diyorum sesim çıkmıyor amca önümden çıkmıyor tam bir kabus! neyse merdiven de bitti. hoop adımımı attım bu kez sevgili ergen kızlarımız. o sesleri, o konuşma tarzları, hayata karşı 7/24 tripleri. valla artık gözüm döndü çarpa çarpa geçip onlardan da kurtuldum. gideceğim yere girdim bu kez gerizekalı birkaç ''karşı cins''. bu aralar yeterince feminist ve adamların en ufak bi falsosunu yakalayıp öfkemin haklılığını kanıtlamak isteyen, adeta bir barut olduğumdan ötürü öffleyip püfleyip çarpıp çarpmadığımı umursamadan girdim işimi halledip çıktım. fakat o da nesi! kabus geri dönmüştü. her gelişin bir dönüşü vardı ve o alışveriş merkezinin çıkış kapısına giden yol benim için gerçek bir korku tüneliydi! yarış başladı! ve o korkunç korkunç Noel Baba oyuncaklarının sesleri, her yer parlıyor, her yer uyuz filan.. hepsi bitip kapıdan çıkmayı başardım ve yarışmayı 1. bitirenler gibi zaferle ve hafif bir yorgunlukla yoluma devam ettim. hafif de bi rüzgar esiyor, fonda inceden yağmur çiseliyor, tamam dedim sen tam film insanısın şu an.

Kafka'nın Milena'ya mektubunda dediği gibi ''sanki denize düşmüş oradan oraya sürüklenip duruyoruz.'' Sevgililer Günü, Anneler Günü, Babalar Günü, Ebeler Günü diye her şeyi bir kutuya koyup o kutuyu elden ele taşıyoruz ama kimse o kutuyu açıp içine bakmayı akıl edemiyor. kutu boş, bomboş! işin kötüsü bu salaklık her sene tekrarlanıyor hıaağğğ!!!


neden yeni bir şeyi kutlama gereği duyuyorsun sevgili insanoğlu? her yeni şeyi kutluyor musun da her yeni yılı kutlamak zorunda hissediyorsun? sana akıl verilmiş, neden onu kullanmıyorsun? nolcak, yine aynı salaklıkları yaşayıp aynı hataları yapıcaz. sen yine aynı sen, hayatındaki insanlar aynı, hayatın aynı. yani dekor ve senaryo aynıyken karakter niye değişsin? o aldığın bilet, hiçbir zaman tek bir maddesini bile uygulamadığın o listeler, yaptığın heyecan.. salak bir varlık olarak yaratılmadın ama salak olmaya çalışıyorsun, acınacak haldesin insanoğlu. yeni bi yıla değil de yeni bir evrene mi gireceksin, 1 Ocak sabahı insan değil de başka bir yaratık mı olcaksın da heyecan yapıyosun? ne gibi bi değişiklik istiyorsun sevgili ''yılbaşıcı''? valla menümüzde bir tek ''insan olmak'' var ve sen bunu bile eline yüzüne bulaştırıyorsun. e ne diyeyim, eline sağlık.




siz 2013'e girmek istiyorsunuz ama belki o sizi içeri almak istemiyor. bunu hiç düşündünüz mü? hayır. düşünseniz iyi edersiniz. neyse hadi mutlu yıllar :)

27 Aralık 2012 Perşembe

bi de bakmışsın U dönüşü

her şey aynı devam edecek sanırken bi anda sana öyle bi aydınlanma gelir ki, inanamazsın.

uzun değil, çok kısa süre önce ölüp bittiğin insanların gayet sıradan hatta sandığından daha gerizekalı olduklarını görürsün. çok iyi anlaştığın arkadaşların aslında hiç de anlaşamayacağın tiplermiş meğersem. ''allam nolursun beni sevsin.. ya hayır yani gayet de taş gibi insanım niye bişey olmuyor ki:/'' diye kendini yiyip bitirdiğin tipler de aslında o kadar salak tiplermiş ki. hatta artık tahammül bile edemediğini farkedersin. kim derdi ki geceleri rüyalarına giren, bir an olsun aklından çıkmayan, iştahını kesen ya da dertten ve fazla düşünmekten öküz gibi yemeğe abanmana sebep olan insan günün birinde gözünde minicik, ufacık tefecik içi dolu aptallık bi yaratık olacak, ama oluyormuş, ve süpermiş!

bi anda hayatına giren bu aydınlanmayla, daha önce düşünmediğin şeyleri düşünmeye başlarsın. mesela daha önce kafana taktığın bir şeyi artık aklına bile getirmezsin. takıntı halini alan şey yalnızca saçmasapan birşey olup çıkar. kendini tanıyamazsın ''noluyo lan bu ben miyim olumm!'' bile dersin, ama içinden(sana tavsiyem dışından deme delirdin sanırlar).


dikkat! aydınlanayım derken elektrik çarpmasın

bu aydınlanmanın yaşla da bi ilgisi olduğunu düşünüyorum, hatta gayet de yaşla ilgili. çünkü hayatında 1 sene içinde bile neler neler oluyor, başına neler neler geliyor ve 1 ayda bile bambaşka biri olabiliyorsun. boru değil, tecrübe ettiğin, öğrendiğin, ders aldığın şeyler gitgide fazlalaşıyor. durum o kadar komik bi hale geliyor ki, ''ya ben geçen ay bu salağa mı aşıktım ayol'' bile diyorsun. bu senin şıpsevdi olduğunu gösteriyor olabilir, ama illa da şıpsevdisin anlamına da gelmiyor, dediğim şekilde de olabiliyor. çocuk/kız öyle bişey yapıyor ki aniden Türk filmlerindeki gibi ''görüyorumm görüyorum'' diye bağırıp bunun gerçek yüzünü görüyorsun ''eiyyy ne kadar malmış bu len!'' deyip ufaktan uzuyorsun. ya da mesela her zaman her yerde olduğu gibi, fazla değer verince bunun oturma yerleri arşa değiyor, selam sabah hak getire. Allahın amelesi ya, sen kimsin ki kaçıyosun, bekle kovalarım! ya da hoşlaşma dışındaki mevzularda ''ay inanmıyorum geçen hafta beynimi söken şey bu muydu yaa, i don't believe my eyes!'' diyorsun mesela.

şimdi bu aydınlanmanın iyi yanları olduğu gibi acayip saçmasalak yanları da var. yani tamam aydınlanıyorsun, içinde pencereler açılmış gibi püfür püfür oluyorsun filan iyi hoş da, her güzel şeyin bir de yan etkisi var. misal, daha önceden dert ettiğin şeyin artık ''benden sonrası tufan'' halini almasıyla umursamaz biri olabiliyorsun. umursamaz olmak çoğu zaman ferah bişey olsa da bokunu çıkarmamak lazım. mesela düşünmen gereken şeyler arada kaynıyor, dert etmemen gereken şeylerle döne döne lavabo giderine yol alıyor. ''enemmmm hayırr olamazz!!'' diye arkasından baktığın şey, filmlerdeki gibi kızın lavaboya düşürüp giderde dönüşünü izlediği tek taş, küpe, ya da bilumum bişey değil basbayağı önemli bişey oluyor. bişeyin tarihi geçiyor, yapman gereken günde yapmıyorsun, geç kalıyorsun, önemsemiyorsun filan ve puwww!!!

yani dünya dikime minare derken o minare gelip... öhöm çok pardon. yani neymiş, aydınlan ama edebinle adabınla aydınlan, ne o öyle her şeyi boşverip hedonist hedonist gezmeler, hiç yakıştıramadım.

4 Aralık 2012 Salı

kimseler bilmezken..

üzgünken herkes gelip aynı şeyi söyler ya hani ''üzme kendini, şimdi üzülüyorsun ama her şey güzel olacak''. iyi de neden bunu söylüyorsun ki? belki oturup hayvanlar gibi üzülesim var. oturup gözlerim şişene kadar ağlayıp, ciğerlerimi koparırcasına kahrolmak istiyorum belki. ''saçmalama, neden üzülüyorsun üzülecek ne var?'' eben var canım. neden pıt pıt yanıma gelip hiç üşenmeden bütün bunları söylüyorsun ve beni kızdırıyorsun sevgili gerizekalı!

çünkü şimdi ağlamazsam bir daha hiç güçlü olmayacağım. şimdi ağlarsam arınacağım ve belki bir daha ağlamama gerek kalmayacak. şimdi ağlamalıyım ki sonradan o ağlamalar birikip beni mahvetmesin.


ne bilsin senin yaşadığını, sen olmayan

çünkü insan bazen ağlamak ister. bi sürü hatalar yapmıştır, ama hayatın koşuşturmacasına öyle dalmıştır ki farketmez bile. hata yaptığının farkında olmayan her insan gibi, çamura bata çıka yoluna devam eder, üzerindeki çamurları görmeden. çünkü gündelik hayat sana üzülmek için vakit tanımaz, hele hele ağlamak için asla. ki bunu aptalca bulur.

hayvanlar gibi üzülmeyi özlersin ama gündelik hayatın katı kurallarıyla etrafın çevrilmiş güçlü görünmek için kendini yırtarsın. kolalanmış gömlek yakası kadar katı ve dimdik durursun ama içinde naftalinler ağlar. mahvolursun güçlü görünmekten. için deli gibi ağlamak ister ama katı hayat ve katı insanlar ağlamanın güçsüz aptallar için olduğunu söylediği için, öyle öğretildiği için ağlayamazsın. mecburiyetten ağlayamazsın, güçsüz görünmekten ölesiye korktuğun için.

hiç gerek yokken hadsiz bir şekilde hayatına lanet olasıca bir adam/kadın girdiği için, kader sana bunu reva gördüğü için, bunu yaşayacak ne yaptığını sorgularken hayvanlar gibi ağlamak istersin. ama aşktan değil, nefretten bile değil, öfkeden.

aptal insanlara, arkadaş olarak bile göremeyeceğin sümsük tiplere dostum, kardeşim, canım ciğerim dediğin için ve bunu çok geç anladığın için anırarak ağlamak istersin. paylaştığınız her şey, beraber güldüğünüz beraber içlendiğiniz her şey yalan olur gider, işte buna ağlamak istersin. ya da elini neye atsan bir türlü işinin rast gitmemesinden, neye dokunsan bozmaktan dağıtmaktan herşeyi mahvetmekten, işte bunlar yüzünden ağlamak istersin. işte o üzülme diyenler, bir gün her şeyin güzel olacağını söylerler ama derine inmezler, detaya girmezler. yüzeysel, geçici bir teselli müsveddesi yalnızca. hastayken sana ilaç vermek yerine iyileşeceksin der gibi.

hep yanlış tiplere aşık olup kahrolmuş olsan da bir gün O'nu bulacağını, bir türlü yolunda gitmeyen işlerinin bir gün yoluna gireceğini ve bir düzen oturtup sonunda artık kök salacağını huzur bulacağını söylemezler, sen de herşeyi unutup ama herşeyi bir bir hatırlayarak orada öylece üzülüp kahrolduğun için bunları düşünmezsin ve bunlar hiç söylenmemiş olarak kalır bir köşede sır gibi. sen bunların varlığından bile habersiz, herşeyin hep böyle aynı şekilde gideceğine inanıp hayvanlar gibi kahrolup umutsuzluk içinde bitap düşersin ama etrafındaki şunlar bunlar sadece gelir geçer, ağız oynatıp gider. duymazsın bile, çünkü yine aynı şeyi söylüyordur dilleri. ''üzülme''.

ve kendine sorarsın: bu kadar mı? hepsi bu mu? sadece üzülmeyeyim öyle mi?  bu kadar kolay yani?..

4 Kasım 2012 Pazar

bazen odun, sadece odundur

bazı kızlar bazı erkekler kadar duygusuzdurlar. onları karşılarındaki delice romantik ve en önemlisi acayip centilmen sevgilileri bile yumuşatamaz. adam deli divane peşinde, sürprizler, sadakat ve büyük sevgi. kızın suratı ise ''ee napiyim yani'' bakışıyla donmuş kalmış bi halde. kız arkadaşları ''kızımmm deli misin çocuk nasıl seviyo seni!'' diye kıtır kıtır kızın beynini yese de kız işte bu kadar odundur. yani odunlar sadece erkeklerde olmuyormuş. sevinin erkek insanlar!

ama bi de bazı erkekler de o bazı kızlar gibi karşılarındaki, onları anneleri kadar değil belki ama neredeyse anneleri kadar sevip koruyup kollayan kız karşısında bile yumuşamaz. kızın sempatik halleri, lafta değil cidden anlayışlı tavrı ve adamı her haliyle olduğu gibi seven duruşu adama kıro görünür. fazla naz aşık usandırır, fazla aşk g.t kaldırır. bu maalesef böyledir.

ilişkinde nasıl biri olduğun çoğu zaman senin nasıl biri olduğunla paralel olsa da karşında seni çileden çıkaracak kadar senin zıttın biri varsa, o ilişkide sen sen olmaktan çıkabiliyorsun. kırmızı başlıklı kızın aslında kurt olduğuna, kurtun ise masum olduğuna ihtimal vermeye başladığın zaman anlıyorsun ki, insanlar o maskelerini asla ve asla çöpe atmıyorlar.

mesela sen bir kızsın ve çok sevdiğin bi sevgilin var. o da seni seviyor, en azından öyle görünüyor. fakat sen o heyecan ve sevgi patlamasıyla adama şakır şakır güven duygundan yaptığın konfetileri başından aşağı döküyorsun. fakat o güven konfetileri yukardan şarıl şarıl boşanırken şanssızlık bu ya, bi tanesi gelip çat diye adamın gözüne battı. işte şimdi senin için tehlike çanları çalmaya başladı küçük kız. çünkü bazı insanlar onlara güvendiğini öğrendiği an, ona güvendiğin için seni pişman etmek için elinden geleni yapmaya koyulur. sonra bi gün bi de bakmışsın, büyük sevgiyle adamın başından aşağı boca ettiğin güven konfetileri çöplükte parıl parıl parlıyor. yani adam o konfetileri alıp çöpe atmış. çünkü o adam kendisine güvenilmesini, değer verilmesini ve sevilmeyi istemiyor. arıza bi tip olduğu daha baştan belliyken, sırf o arızalı hali sana çekici ve farklı geldi diye o cızırtı sesleri bile sana tatlı geldi ve peşine takıldın. fakat ne gerek var şimdi, kırmızı başlıklı kız gibi kurtu masum sanıp peşinden gitmeye.


nereye kadar kaçacaksın?

mesela sen bi erkeksin ve bi sürü bi sürü ilişkin oldu. bir-iki ciddi ilişki dışında çoğu kısa, günlük, gecelik şeylerdi. ama mesela mutlaka biri var hiç unutamadığın. şimdi birine bağlanamamakla övünsen de mutlaka var. çünkü onu gerçekten sevmiştin. ve şimdi artık ciddi bişiler yaşamak istemiyorsun. çünkü acı çekmekten, başka hiç bir şey düşünmeyip durmadan tek birini düşünmekten ve sevmekten kaçıyorsun. yani aslında korkmuyorsun, kaçıyorsun. fakat senin aslında acı çekmek sandığın şey, artık güzel bir şeyler yaşayamayacağına olan büyük inancın. inatçı önyargın. kadınları genelliyorsun, çünkü kaçıyorsun. kaçıyorsun ve bu yüzden kadınları genelliyorsun. sevmek aptalca geliyor sana artık. çocukça geliyor, çünkü sen artık koskoca bi adamsın. dimi?

böyle davranarak, annesinin süt içirmeye çalıştığı, yüzünü ekşiten koca yanaklı bi oğlan çocuğu gibi görünüyorsun. karşındaki kişi senin annen ve sen o sütü içmezsen boyun uzamıycak. böyle davranmaktan vazgeçmeyişinin bir diğer sebebi, küçük bi oğlan çocuğu gibi davranarak kızların sana şefkatle yaklaşmasını istemen. ve kimse, şefkat duyduğu birinden kötülük göreceğini düşünmez. bu düşünceyle yola çıkıyorsun.  ve şimdi karşındaki kişi seni gerçekten seven biri ve onu sevmezsen kalbin hep öyle küçük ve kupkuru kalıcak. 60 yaşına gelmiş, hala yapayalnız ve hala kadınlardan şikayet eden huysuz bi amca olmak istiyorsan buyur, kapı hemen karşıda. git ve twitter ya da feysbuktaki kızları ayartmaya devam et. tıpkı küçükken annenin içirmeye çalıştığı sütü içmek istemeyince yaptığın gibi kaç. yani 6 yaşındayken nasılsan 60 yaşındayken de öyle olucaksın. bi kısır döngünün içinde hiçbir şeyi değiştirememiş biri olarak kalıcaksın. ve şimdi ''bi kadına güvenip onu sevmek mi? olm salak mısın?'' diyorsun ya, 60'ına geldiğinde işte bu sözü senin için söyliycekler ''bi kadına güvenip onu sevmemiş mi? olm salak mı bu amca?'' evet, hayat tam da böyle bişey. yani her şey iş, çalışmak, para kazanmak, o duygusuz kısa maceralar, ya da kızlar değil. kız düşürmek isterken bi gün öyle bi düşersin ki.. senin için hayatın anlamı sadece bunlarsa, sen işte bunlarsın ve sadece bu kadarsın, sakın kendinle övünme.

30 Ekim 2012 Salı

üşengeç yazı

(bu yazı tüm üşengeçlere ithaf edilmiştir)


hiç üşenmeden kalkıp içimdeki üşengeçliğe ''hey dostum derdin ne senin ha!'' diyesim var. o üşengeçlik ki en pis bişey.

acıkınca kalkıp bişi yersin dimi? ama tipik bi üşengeçsen karnındaki gurultuyla bi beste bile yapabilirsin.

uykun gelince uyursun dimi? ama tipik bi üşengeçsen, esnemekten gözlerini açamayıp, esnedikten sonra ağlamışsın gibi gözü yaşlı, kedi gibi yorgun yorgun bakarsın, normalde üşenip yapmadığın şeyleri bile yaparsın, oyalanırsın ve sana asla uyumaman söylenmiş gibi uyumazsın.

mevsimi hiç fark etmez, için kıpır kıpır olup ''bi koşu aşık olayım bari'' deyince aşık olursun dimi? ya da bunu sen demezsin de için der ve sonra olursun. ama tipik bi üşengeçsen, ''şimdi kim uğraşcak, hiiç rahatımı bozamam valla'' deyip belki de karşına çıkan ruh ikizinle hayatının aşkını yaşayıp mutlu son yazma ihtimalin varken bi çay koyarsın. hepsi bu. pardon pardon, onu bile yapmazsın, çünkü sen bi üşengeçsin!


hastasıyız hastalığımızın
 
sanırım zamanımızın hastalığı bu: üşenmek. ne zamandır uyanmak istemeyen, acıksa da karnını doyurmaya üşenen, uykusuzluktan kırılsa da uyumaya üşenen tipler halinde zombi gibi dolanıyoruz ortalarda. aramızda tüm bunlara üşense de hiç üşenmeyip aşık olanlar var mı bilmiyorum ama bu gidişle üşenmekten bile üşenir hale gelmemiz çok da uzak değil. ki sanırım ben o şanslı ''üşenmeye bile üşenenlerdenim''.


işin ilginci, temel ihtiyaçlarımı doyurayım bana yeter diyen garantici tipler bile bu haylaz 'hastalığın' pençesinde. ya da mesela, her şeyiyle mükemmel denecek kadar dakik, mantıklı, disiplinli, kuralları ve duvarları olanlar bile zaman zaman üşeniyor dostum. iyi ki üşeniyor, iyi ki bir biz üşenmiyoruz. bilirsin, kimse herhangi bir şeyi yalnız yaşamak istemez. en azından mağduriyetleri. çünkü biz ''birimiz hepimiz için'' diyen bi türüz. beraber yürürüz bu yollarda, beraber ıslanırız yağan yağmurda. başka türlüsü olmaz, içimiz el vermez. çünkü ne kadar güçlü görünmeye çalışsak da biz hepimiz bi zamanlar çocuktuk. ve nasıl da hiç üşenmezdik. şimdiki halimize bakılırsa, bi an evvel bi yolunu bulup o günlere ışınlansak şahane olucak. ya da daha iyisi gelene kadar en iyisi hastalığını sevmek. geçmiş olsun hepimize.

21 Ekim 2012 Pazar

Kendine çaylak demeyi seven alt yazılı reklamcı adayı: Reklamcıinsankişisi

Son röportajımızın üzerinden epey zaman geçmişken kendisiyle yeni bir röportaj farz olmuştu. Reklamcıinsankişisi ile gerçekleştirdiğimiz samimi röportaj için hazırsanız başlıyoruz.


Neler yapıyor Reklamcıinsankişisi, son röportajdan beri neler değişti hayatında?

1 yıla yakın bir zaman oldu sanırım. Okul bitiyor bu sene, yazın Reklamcılık Vakfı'nın Çaylak Kampı vardı, romanımın 1. yaşı doldu, blog 2. senesini doldurdu derken baya yoğun bir seneydi. Neler yapıyorum, yazmaya eleştirmeye ve delirmeye tam gaz devam ediyorum. Bir hamuru yoğurur gibi ya da ödevmiş gibi kendimi geliştirmeye çabalıyorum. Ve tabii geçen seneye göre artık bir şeyleri daha net görebiliyorum, her ne kadar çocuk kalmak için çıldırsam da büyüyoruz en nihayetinde.


Çaylak Kampı ile ilgili uzun bir yazı dizisi kaleme aldın. Kısaca bahsetmek gerekirse, neler kattı sana?

Bir kere çok iyi reklamcılarla tanıştım. Vodafone için reklam kampanyası yapmaya çalıştık, her ne kadar 1. olamasak da ustalarımızın beğenisi ve güzel yorumları bir çok şeye değerdi. Stresi, şaşkınlığı, yorgunluğu ve sevinciyle gerçekten güzel bir deneyimdi. Yeni arkadaşlarım oldu, hala görüşürüz. Bunun dışında bir ajansa aşık oldum, ciddi ciddi birine aşık olur gibi bir ajansa karşı boş değilim. Tabi kendisi bilmiyor, şimdilik platonik.


Yeni şeyler yapmayı seven birisin. Yeni bir şey varmı?

3-4 aydır delice istediğim bir şey vardı, çok uğraştım her aşamasıyla tek tek ilgilendim fakat olmadı, bir pürüz çıktı ve maalesef bitirmek zorunda kaldım. Ama onun dışında çok yakın bir zamanda çok istediğim bir şey var onu gerçekleştirmek istiyorum. Herkesin bildiği bir şeyle ilgili ve adımı çok duyacaksınız.



REKLAMCILARIN DİNLERİ VE TANRILARI KENDİLERİDİR

Gerek blogunda gerek Twitter'da düşündüklerini çekinmeden söyleyen bir halin var. Sivridilli olduğunu düşünür müsün?

Sivridilli olmaya çalışmıyorum, dürüst olmayı seviyorum. Birilerinin gözüne girmek ya da kendimi beğendirmek gibi amaçlarım yok, olduğum gibiyim. Belki burcumdan dolayı, Akrep olmamın etkisiyle(neyse ki yükselenimin Yengeç olması dolayısıyla tipik bir korkulan Akrep olmaktan kurtuluyorum) belki de karakter olarak 'sivri' olmayı seviyorum. Tabii kastettiğim sivrilik diğerlerine zarar verecek türden bir sivrilik değil, hiç yoktur öyle karanlık tarafım. Benim sivriliğim daha çok kendimi direkt olarak ifade etmem ve sıradanlıktan kaçışım.


''Reklamcıların dinleri ve tanrıları kendileridir'' diyorsun. Yine iddialı bir söz bu. Ne anlatmak istiyorsun bununla?

Reklamcılar kendilerini çok önemserler. Hatta öyle ki bu önemseme hali bazen narsistliğe bile uzanabiliyor. Derine inip altında yatan sebepleri düşünürsek, bir şey yaratmanın verdiği hazla reklamcı kendini Tanrı olarak görmeye başlıyor. Genellemek yanlış fakat tanıştığım Kreatif Direktör'ünden Ajans Başkanı'na, stajyerinden Metin Yazarı'na bu tapınmayı çok net gördüm. Edebiyatçılarda vardır bu Tanrıcılık, kitaplarını çocukları gibi görürler ama en çok da bir Tanrı gibi bir şey yarattıkları için bir süre sonra Tanrı olduklarına inanırlar. Şizofrenik ama gerçek. Reklamcılar da en kral narsistlerdir.


Yeni yetişen bir reklamcı adayı olarak bu narsistliğin sende de olduğunu düşünüyor musun?

Ego hepimizde vardır, yok diyen yalan söylüyordur. Hele ki yaratan insanlarda. Fakat narsistlik cidden farklı bir boyut. Yıllardır reklam sektöründe olan adamlarda narsistlik yoktur mesela, adam açık açık Tanrı gibi yürümeye başlıyor, her şeye o gözle bakıyor filan. Yani reklamcılıkta ne kadar sahne tozu yutmuşsanız, Ben dinine tapınma dereceniz de bir o kadar artıyor. Öyle biri olacağımı sanmıyorum, çünkü sadece reklamcılık yapacak biri değilim ve hayatımın tümünü sektördeki bütün o 'Tanrı'ların arasında geçirmeyeceğim şükür ki. Ki sırf reklamcılık yapacak olsam bile o taraklarda bezim yoktur. Dışardan egom varmış gibi dursam da, doğallık ve mütevazılığa ve öyle insanlara bayılırım. Narsist gibi duran hareketlerimde aslında kendimle dalga geçtiğimi bilmezler. Alt yazılı biri olduğumu düşünüyorum ya da belki de prospektüsü okumak gerek. Her şeyi fazlasıyla ciddiye alan insanlardan olmak en büyük korkum.


Tek kelimeyle kendini anlatsan?

Manyak.


Kendine çaylak diyorsun. Nereden geliyor bu çaylaklık hali?

Yazın Çaylak Kampı'yla birlikte gelen ve bana çok tatlı gelen bir ünvan bu. O günden beri kendime çaylak demeyi seviyorum.



Nasıl bir reklamcı olacağını düşünüyorsun? Var mıdır öngörülerin, hayallerin?

Yarın ne olacağını bilemeyiz, ama ne olacağımı belirlemiş olmam, kendime ait bir tarzımın olması ve ilgi alanımın sadece reklamcılık olmaması iyi hissettiriyor. İyi bir reklamcı olacağıma inanıyorum, çünkü reklamcılığı gerçekten seviyorum. Sevdiğiniz bir şeyde başarısız olmanızın zor olduğunu düşünüyorum. Mükemmeliyetçi bir yapım vardır, eminim ki kendimi paralayacağım. Fakat bu iş ekip işi olduğu için, yetenekli ama her şeyden önemlisi iyi insanlarla karşılaşmayı umuyorum. Tek başına iyi olmanız, ya da iyi olacağınıza inanmanız yetmiyor, Sartre'ın bahsettiği 'others'(diğerleri) her şeyi değiştirebilir. Bahsettiğim 'Tanrıcılık' tarzında değil ama Ogilvy ustanın bahsettiği yıllar süren süperstar reklam kampanyalarının yaratıcılarından olmayı çok istiyorum, daha doğrusu hedefliyorum. Gerçekten Reklamcıinsankişisi olacağım.

16 Ekim 2012 Salı

büyüdüm büyüdüm sanırken büyüyen sorumluluklarmış ben yine de direndim

Annem ve Babam 3 gün önce Paris'e gitti. giderken bolca ''macaron getirin unutmayın nooğğluurrr :'( '' şeklindeki yalvarmalarımla adeta küçük bir çocuktum. gelelim konumuza. pazar gününden beri cCc evin reYizi cCc benim. bunun hissettirdiği ''uu beybii koskoca ev benden soruluyor fiççuvv fiççuv!'' havası afrası tafrası bir yana, gayet de söke söke o evin işleri de bende soruluyor haliyle. bulaşığıydı çamaşırıydı yemeğiydi tozuydu derken pazar gününden beri sen de anne, ben diyeyim umutsuz ev kadını oldum çıktım.

tabi şimdi burda böyle ahkam kesiyorum ama son 3 günde ne pişirdin dersen, ben tut hiç içinden yemek yapmak gelme. tabi bi de bunda, 12 gün önce sigarayı bırakmış olmamın etkisi de var bence. sigara içmiyorum madem, kendimi şımartayım bari diyorum içimden herhalde bilmiyorum. ya bi de şey var, filmlerde filan hep bana acayip karizma gelmiştir. kadın böyle ağzının kenarında sigarayla bulaşık yıkayıp yemek hazırlar filan. yapmadan durur muyum, bi kere yapayım dedim benim o kemçük ağzımın kenarındaki sigara lavabonun içindeki içi su dolu bardağa şloğp düştü :( yani bana göre değilmiş filmlerde görüp de özendiğim hareketleri yapmak. şimdi artık sigara diye bir şey hayatımda olmayınca, ne yapayım öyle ev işini çok afedersin.

utanmayıp sen kalk delice savunma mekanizmaları geliştir bi de ''yaee zaten mevsim değişikliğinden şimdi hiç ev yemeği yiyesim yok böyle iyi yaee ımm bu pizza bi harika dostum!'' diye. tamamen hazır gıdalarla besleniyoruz güzel güzel. yarın öbür gün yüzümüzde fast food şeklinde boynuzlar dev benekler heykel gibi fast food şekilleri çıkarsa şaşırmam. (hayal gücüne gel yalnız jsdfghjk.)

şimdi yanlış anlaşılma da olmasın, yemek yapmıyoruz diye de yemek bilmiyoruz gibi bişi anlaşılmasın. aslanlar gibi evlenilecek insan çizgimizden kaymıyoruz hsdfghj. fırsatını bulup aslanlar gibi yemek de yaparım yani ne ki elime mi yapışır, hiç. yemek de yaparım reklam da yazarım oluumm ayık olun ^_^


romantikliğin suyunu çıkardım, su çok güzel gelsene ^_^

velhasıl, bizim pederle valide hanımlar Paris'teler ama sanırsın ben Paris'teyim. özellikle 2 gündür bir romantiğim ki.. çünkü sanırım Paris'in adı bile yetiyor benim bu hale gelmem için. bir virüs gibi evimize Paris ve romantizm rüzgarları esti. neredeyse buzdolabına iltifatlar edip, tost makinasına yazıcam, bunlar kesmeyip bir de üstüne odamdaki çalışma masasına dm'den yürüycem lan psdkljfl.

dışardan bakanlar bu halimi anlıyorlar mıdır bilmiyorum ama mesela artık olaylara capon gibi gözlerimi kısarak bakıyorum misal. ne bileyim, olmaz ama öfkelenirsem içimde resmen pikachu sesi yankılanıyor, Pokemon'da çook şeker bi Jigglypuff vardı ya hani, heh işte içime o kaçıyor ve o minnoş sesiyle öfkeleniyor. pamuk şeker olasım var ama bu saatten sonra olmaz, geç kaldım sanırım. 5 yaşında başlıyolar ona bildiğim kadarıyla. yani bayaa bi sene geçmiş yazılmam için. ha ama Darth Vader olsana dersen, ölürüm yoluna gül dökerim yollarına, canımın içi Darth Vader aşkım kalp.





ps. olm ev işlerinden bi müddet de olsa kaçıp saklanmaya niyetleneyim dedim şu son 3 günde var ya hayatım boş işlerle uğraşmak oldu. her zaman Boş İşler Müdürü'ydüm de son 3 gündür baya terfi ettim bildiğin. taam yeaa ben yapcam gene, sanki de abimler mi ev işi yapcakmış. hiç. hadi ben kaçar beybilerr :(

13 Ekim 2012 Cumartesi

seviliyorsan seviliyorsun len kıçın arşa değmesin hemen!

bazı insanlar var, sevildiğini öğrendiğinde ''nasılsa beni seviyor'' deyip, sevildiğini bilmenin güveniyle her türlü hatayı ve saçmalığı yapma hakkını kendinde görebiliyor. gelip gayet doğal hakkıymış gibi, ''izin veriyorum cınım;) '' demişsin gibi seni üzüyor. bu insanlar böyle davrandıkça ve utanmayıp böyle davranmaya devam ettikçe onlara olan sevginde muhakkak bir azalma oluyor. olmuyorsa aşktır o, hoşlanma olsa duramazdın. karşına ne kadar bu türden biri çıksa, bu sayı ne kadar artarsa, o kadar güvenin eriyor ayfonun şarjı gibi, ve herkesin böyle olduğuna inanmaya başlıyorsun.

ama bir de o çok tatlı insanlar var ki.. bu yukardaki tür var ya, işte bu türün köpeği olsun. sen bu insanlara istediğin kadar sevgini göster, istediğin kadar şımart göklere çıkar, hiç bir egoya havaya girmez. aksine, verdiğin sevginin aynısını alırsın. işte bu insanların sayısı öyle az ki. hele bu zamanda, böyle insanlar var mı ya diye şüpheye düşsen de, var. ne mutlu ki var. onlar sanki bir yere, bi cam fanusa saklanmış gibidirler, gidip sen bulursun, onlar gelmezler. ya da geldiler diyelim, sakın ama sakın o güzel canlıyı üzeyim deme. yoksa bir daha asla öyle güzel sevilmezsin. karşına da hep bu yukardaki pislik tipler çıkmaya devam eder, aşka da ilişkilere de birine güvenmeye de lanet okursun. hatta böyle şeylerin varlığına artık inanmamaya başlarsın.

ama suç sende değil, o diğer pislik senin tüm güvenini hatta hissetme yeteneğini alıp gitmiştir cehennemin dibine. ve maalesef, ve lanet olsun ki, karşına çıkan bu tatlı insanı da o diğer pislik gibi sanarsın ve dırıttt! yanlış cevap. o öbür pisliğe davranman gereken şekilde işte bu tatlı insana davranır ve onu kaybedersin. oysa zamanında diğer pisliğe böyle davransan bi güzel kapak olcaktı, gerçi yine utanmayıp hatayı hala sende aramaya devam edecekti ama en azından için rahatlayacaktı. sonraki günler, haftalar, hatta aylar boyunca kendini yiyip bitirmeyecektin. en kötüsü davranman gereken zamanda davranman gereken şekilde davranmadığın için bu güzel tatlı insanı kaybetmeyecektin.


sen elmayı seviyorsun diye elmanın ağzına sıçmana gerek yok canım

insan düşünmeden edemiyor, acaba sevdiğim bu sevgimi hak ediyor mu diye. bunu sorgulamaya başladıysan müjde! karşındaki doğru insan değil. adam olan sana bunu zaten sorgulatmaz, sorgulatana aşıksan da aramıza hoşgeldin. hepimiz bu boku yiyoruz cınım ^_^

diyorsan ki, ''evet sorguluyorum, sevdiğim ya da sevgilim sevgimi hak ediyor mu'', işte bu da biz insanoğlundan kaynaklanan bir imalat hatası diyelim. ne kadar sevilsek de daha fazla sevilmek isteriz, ne kadar sevgi göstersek o kadar bu sevginin hak edilmesini isteriz. bu gayet salakça bir hareket, evrenin bize hareket çekme biçimi. ''Tanrı sizi en üstün varlık olarak yarattı ama sizde bile defo var lan ahaha'' diye evrenin bize kıçıyla gülme şekli. bize de susup efendi efendi defomuzla barışmak düşer, çünkü adam haklı hanımlar beyler! çünkü severken karşılık bekliyorsan ya da sevgi gösterdiğinde bunun hak edilip edilmediğini sorguluyorsan, pardon da insanlık adına çok şey kaybetmişsin demektir. sen buna mantık diyorsun ama bu basbayağı makineleşme.


sevgiyle.


30 Eylül 2012 Pazar

yaş yetmiş(70) iş bitmiş oloomm

evet canlarım işte yine karşınızdayım. bugün size, deneyip %100 çalıştığını gördüğüm ''yaş yetmiş(70) iş bitmiş'' olayını anlatıcam.

bilen bilir, büyümek demek heyecanlarının yerini gerçeklerin aldığı saçmasapan bir şey. heyecanını kaybetmeyen evet kaybetmiyor, hatta heyecanına heyecan katan insanlar hayatın tadından yiyemiyor. ve fakat işin bir de 'madalyonun öbür yüzü' kısmı var, heh işte o madalyonu şimdi yavaşça yere bırak ve üzerine bak, şu yazıyı göreceksin: olm madalyonda hayat dersi mi yazar! tamam tamam traşı kestim.

şimdi bu madalyonun öbür yüzü var ya, o yüz o gada pis, o gada haysiyetsiz, bi o gada halden anlamaz bir yüz ki..

neden mi?

çünkü sen madalyonun normal yüzüne odaklanmışken hoop ''ahahah ben madalyonun öbür yüzüyüm olomm'' diye çıkıveriyor mal değneği! büyümek, işte o madalyonun öbür yüzünü görmek demek ve bunu sen de biliyorsun sevgili okur.


işte işinin bittiği durumlar

a) Aşk
tam aşık oldum derken, çat! sevdiğin sana abi deyiveriyor, ben seni arkadaş olarak görüveğdim deyiveriyor, hatta böyle delicene çok şanssız bi tipsen ''uff snne be slk :S'' deyip gidiveriyor. bunlar olmadı mı, çat! ortada hiç bir sebep yokken o malak gelip seni terkediveriyor! neden, ''iliktirik ılımıdım yieaa''. hay o 'iliktirik' direği sana girsin, trafolar patlasın oturma yerlerinde emi! bu da mı olmadı, çat! bir de bakıyorsun adamın/kızın hiçbir şeyi olamamışsın.

şimdi işin bir de alternatiflerine bakalım.

b) İş
işsizsin, uzun zamandır iş arıyorsun. arayabileceğin her yeri arayıp, olur olmaz yerlere Cv'ni attın, su arıtma cihazı satan eblek yüzlü pazarlamacılar gibi kapı kapı gezdin ama hala bir şey olmadı mı? na işte karşına madalyonun öbür yüzü çıkmış işte :(

sonra yok efendim ''hayat gizel, çog gizel''. bok güzel! böyle şeylerle karşılaşıp hala 'gizel' diyen tipini yiyim senin ben. evet hayat çok güzel ama keşke ''her güzelin bir kusuru olur'' ya da ''o kadar kusur kadı kızında da olur'' diyen Murphy'ci kurallar olmasa ve böyle 'işinin bittiği durumlar'la karşılaşmasak.

c)Arkadaş
olayın bir de 'arkidiş' boyutu var. paralel evren gibi bir şey bu da. saçmasapan yani. çok sevdiğin, her şeyini paylaştığın, hatta işin bokunu çıkarıp resmen kardeşin gibi gördüğün arkadaşın gün gelip belki platonik belki karşılıklı sevdiğin dangalaklar gibi ağzına sıçıp gidiyor. ama gitmeden önce itinayla ağzına sıçmayı ihmal etmiyor. onu hiç tanıyamadığın için, ya da yanlış tanıdığın için kendine mi küfredeceksin, ona mı lanet okuyacaksın bi şaşırıyor insan. mantıklı biriysen ona lanet okuyor, duygusalsan kendine küfrediyorsun. birlikte geçen zaman, paylaştıklarınız, anılarınız da sanki sen yaşamamışsın gibi yabancılaşmaya başlıyor. ve böyle böyle artık kimseye kolayca güvenmemen gerektiğini öğreniyorsun. işte bu da hayatın sana 'waffle vermeden önce acılı adana yedirmesi kuralı' oluyor. acısa da öldürmüyor ama acı olmadan da tatlı yenmiyor.




dinle: Pj Harvey - This is Love

23 Eylül 2012 Pazar

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 10 ve bu son^_^

13 Temmuz Cuma günü sunumlar bitip herkes ayaklandı dışarı çıktık. hava yaz gibi, ki Temmuz'un ortasındayız, nasıl güneşli. içerdeki kasvet, stres, heyecan bitip dışarı adım atıp güneşi gördüğümde aklıma gelen ilk şey ''yaşasın özgürlük! viva la vida!'' tövbe tövbe mapus damından çıkmışçasına. dışarda hemen kalabalık oluşturduk. çaylaklar tabi vakit kaybetmeden jürideki reklamcıların yanında bitmiş. kimi gülüşüyor, kimi pür dikkat dinliyor, kimi staj koparırım umuduyla tebessüm edip duruyor, yani herkes farklı telden çalıyor. ben de artık neresi gözüme eğlenceli göründüyse daldım aralarına. 2 hafta boyunca kendimizi yırtıp stres küpü olmuşuz, sunumun heyecanını hala atamamışız, sanki birazdan biri çıkıp ''pardon yaee sunumları baştan alcaz sori :/ '' diyecekmiş gibi hala fenalardayız. çünkü hala kimin 1. olduğunu bilmiyoruz. ama akşama parti vardı ve bu bir nebze olsun rahatlatıyordu. Çaylak Kampı 2012 ekürisi olarak toplu fotoğraf çekme zamanıydı! çıktık amfiye, oturduk, okuldan arkadaşım olan canım arkadaşım makinayı ayarlarken hep bir ağızdan ''hadii çabukk :) '' diye onu çağırırken ''geliyorumm'' dedi ve yanımıza koşup oturur oturmaz fotoğrafımız çekildi. fotoğraf çekileceği söylendiğinde, poz vermek için yerlerimize geçtiğimizde, fotoğraf çekildiğimiz saniyelerde ve çekildikten sonraki birkaç dk nasıl hüzünlüydü anlatamam. vedalar hep üzüyor ya.

o koskoca 2 hafta çoktan bitmiş, gözümüzde büyüyen sunumlar 10 dk'lık işmiş. proje yöneticisimiz Ömür'cüm dedi ki ''burdan Reklamcılık Vakfı'na geçicez partiye''. parti lafını duyan ben fifuvv diye içimde kelebekler hoplayıp zıplamaya başladı bile. bu arada partinin bizim vakıfta olacağını biliyorduk, hatta 2 gün önce vakfa ilk adımımızı attıktan sonra ''bu ne la parti burda mı olcak nası sığcaz pii :/ '' diye pislik pislik bakmıştık ama evren bi kıyak yapmayı bize çok görmüştü. sunumlardan sonra kararın değişmediğini, ''ya bi çılgınlık edip şu zavallıcıklara şöyle unutamayacakları bi parti verelim taam yeaa'' diye düşünmediklerini öğrenmek güvendiğimiz karlara dağ yağdırdı. evet dağ. biz başladık tabi hemen şımarmaya ''yaee nasıl sığcaz oraya, Sortie'yi filan kapatabilirlerdi cık cık. olm Ozan Doğulu'ya bile razıydım :('' diye. bulmuş bunuyor diye buna derler anlıycağın.

kalabalık dağılmaya başlayınca, teker teker giden çaylakların ardından bakarken ''eller ayırsa bile yollar ayırsa bile, yıllar ayırsa bile biz ayrılamayız :( '' diye üzülmeye başladım. boru değil, baya kaynaşmıştık, komün halinde bir amaç uğruna o taş amfide bir Catering şirketinin her gün aynısını getirdiği sandviçlere beraber küfredip, 2 hafta boyunca sık sık tam kahvemizi yeni almışken Ömür'ün gelip ''arkadaşlar sunum başlıyor'' demesiyle kırılan hayallerimizi, boynu bükük yeni yaktığımız sigaramızı sıcacık tazecik kahvelerimize koyup çöpe atmış, sigara ve kahve molalarında 40 yıllık reklamcı gibi triplere girip ''evet yaae bir de öyle bişi var :/ '' diye havalara girmiştik, arada birbirini kesenler bile olmuştu lan ne aşklar başlayamadan bitti :P

İlkay Hocam'ı (İlkay Yıldız) görüp yanına gittim. kendi ekibiyle konuşuyordu, ekip dediğim de aynı kampta olduğumuz diğer çaylak arkadaşlar. beni görünce ekibine tanıtmaya başladı ''eheh sizin mentorunuz olabilir ama bizim çoktan tanışıklığımız var. farkımız tarzımız beyb ;) '' dedim içimden. derken artık gidelim dedik. kimle gittim, tabi ki İlkay Hocam'la. yol boyu yine heyecanla yanında yürüdüm. Tünel'den Reklamcılık Vakfı'na yanımda yılların reklamcısı İlkay Yıldız, Reklamcılık Vakfı Vodafone Freezone Çaylak Kampı 2012 partisine gitmek üzere İstiklal'de yürüyordum. sonunda gelmiştik. kapıdan girdiğimizde ışıklar, müzik, içerisi filan, abi bildiğin parti olmuş bu dedim içimden. ve arkadaşlara selam verip bıraktık kendimizi.  


partinin yerini şaşırdım içimde zannettim dışımdaymış
 
aynı zamanda okuldan da arkadaşım olan 4 yıllık arkadaşım ve diğerleriyle kanepeleri görünce verdiğimiz tepki ''uuv güzel görünüyorlar''. zavallılar nasıl öküz gibi acıkmışız birkaç kanepeyle karnımız doycak sanki.

hoaaa diye kanepelere saldırırken gözlerimizin içinin gülmesiyle tadına baktıktan sonra suratlarımızın yamulması arasında 2 saniye vardı yoktu. daha önce tadına bakmadığın, adını bile bilmediğin kanepenin tadına bakmıycakmışsın bunu anlamış olduk.

parti boyunca o kadar saçmaladım ve güldüm ki, sanırım o son geceki imajım 2 hafta boyunca bıraktığım imajı silip atmıştır. ''ya hani bi kız vardı ya üst kattan aşağıdaki fotoğraf makinasına poz veren'', ''şu şey vardı ya, hani her fotoğrafa girmeye çalışan kız'', ''partinin sonlarına doğru sertifikalar verilirken her isimde huoovvv diye bağırarak ortamı coşturmaya çalışan kızı hatırladın mı'' diye hatırlanma ihtimalim çok yüksek. ama ne sarhoştum, ne de salak gibi görünmeye çalışıyordum. tek yaptığım 2 hafta biriken stresi atıp, hazır hep birlikteyken süper eğlenmek. ki herkes halinden memnundu gayet. yaptığım esprilere gülenler şimdi hiç konuşmasın zaten. gayet de kendim gibiydim. ki bayık bakışlarla sıkıldığı her halinden belli olanları bile salak gibi görünmek pahasına gülümsetebilmek kolay iş değil sfsdfk. tamam tamam şaka yapıyorum.

güzel partiydi, ara ara balkona çıkıp ''nolcak halimiz, sen staj yaptın mı, ben şurda yapmıştım, sunumlar bla bla'' diye gerçek hayata dönsek de içeri girdiğimizde müzik ve eğlence devam ediyordu. ve şimdi sıra sertifikalardaydı. alfabetik sıraya göre herkes teker teker ortaya gelip sertifikasını alıp proje yöneticileriyle fotoğraf çekerken istisnasız çıkan herkeste hoaaa diye bağırıp tezahürat yaptırmam, hepimizin de şampiyon olduğumuzu, aslında bir kazanan olmadığını, hepimizin de gönüllerin 1. olduğumuzu anlatmak istememdendi belki. duygusal biriyim, böyle düşünmemi garipsemeyin beyler bayanlar. ardından bize verilen karton çantada kiremit gibi bi reklamcılık kitabı ve Çaylak Kampı sertifikasının dışında bir adet de yeşil yumuşak bir çekirge olmasına koptuk. en son toplu fotoğraf çekelim dedik, projenin başındaki kadın demez mi ''arkadaşlar çekirgeleri havaya kaldırınn ahaha''. ciddiydi. çocuk üst kata çıktı biz ellerimizdeki çekirgeleri havaya kaldırıp kahkahalarla yukarı bakarak poz verdik.

ve sıra 1.nin açıklanmasına gelmişti. heyecanla yerlerimizi alıp ortada yuvarlak olduk. proje yöneticileri ön konuşma yapıp hepimize teşekkür ettikten sonra başladı dereceye girenleri açıklamaya. ''3. olan ekip..'' dedi, ben bizim ekibe bakıp ''tırt.. 3 ne yaa 1. biziz olm bakın şimdi şş'' diyorum. açıklandı 3. değilmişiz. sıra 2.ye gelmişti ''ya bi dur saçmalama 2 ne abi hey allam, tabi ki 1. olduk'' diyorum. açıklandı 2. de değilmişiz. tabi bu arada alkış kıyamet, her açıklamada höykürüyoruz, özellikle de ben :P ve sıra 1.ye geldiğinde nefesler tutuldu. bu arada hiç kimse dereceye giren hiç bir sunumu hatırlamıyor o sırada. ama herkes de fısır fısır dereceye girenleri çekiştiriyor, ee insanoğlu böyle işte. ne demişler, başkasının acısına üzülmek kolaydır, önemli olan sevincine sevinebilmek. böyle miydi bu ya? tamam tamam.

tüm ekipler kendi aralarında 3. bile olamadıklarına üzülürken.. ''ve 1. ekip..'' cümlesini duyduk dünya başıma yıkıldı. tabii ki 1. biz değildik. ''olm iddaa kuponu gibi kehanet yapmıştım, fanatik gibi totem yapmıştım 1. bizdik, biz kazanıcaktık olamazzzz! :( kaderrr sen bize nazik davranmadın, hani bizdik ühüh :'( '' diye içimde zılgıtlarla yas moduna girdim. şaka bir yana, hani ''önemli olan katılmaktı'' lafı var ya, o laf harbiden doğru işte. hiç tanımadığımız insanlarla tanıştık, süper reklamcılarla tanıştık, harika sunumlar izleyip, stresiyle heyecanıyla sevinciyle dolu dolu ve unutulmaz 2 hafta yaşadık. zaten üzerinden 2 ay geçmiş olmasına rağmen koskoca bir yazı dizisi yazdığıma göre bende bıraktığı izi tahmin etmişsinizdir. bi ara Ömür'e sorduğum gibi ''bir daha katılamıyoruz dimi? :) ''



ps. buradan, Çaylak Kampı'nda tanıştığım tüm arkadaşlarıma selamlar, tatlılıklar. iyi ki tanışmışız :)

14 Eylül 2012 Cuma

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 9


Çaylak Kampının büyük finalden önceki son akşamı, yani 12 Temmuz perşembe akşamı Beşiktaş'ta saatler 00:00'ı vurup biz Külkedisi'ne, belediye otobüsleri bal kabağına dönüşünceye kadar sunumu hazırlayıp evlere dağılmıştık. adeta zombi olmuş, ayakta uyusam da gayet spontan bir şekilde heyecanlanmaya başlayıp o hızlı konuşmamla ekipteki kıza yol boyu ''ya saçmalama tabii ki 1. biz olcaz! kampın en süper reklam kampanyasını biz yaptık görmüyor musun!'' şeklinde gaz veriyor, alttan alta kendime de ''elalemi fişekliyom ama olm bence hakkaten biz kazancaz lan şaka maka!'' demeyi de ihmal etmiyordum.
                      
                                                                                                                          
büyük gün geldi de bana mı geldi anasını satayım

sunum sabah 10'daydı. erkenden kalkıp akşamdan bayramlıklarını hazırlamış çocuklar gibi heyecanlı, süslendim püslendim dualar edip evden çıktım. mentor 8:45'de burda olun son hazırlıklarımızı yapalım demişti. gerizekalı kuaför fön çekcem diye saçıma bi girdi, giriş o giriş bi daha da haber alamadım. durmadan saate bakıyorum mentorun suratını düşünüyorum geç kaldığımda nasıl bir suratla karşılaşcam onu canlandırıyorum ve şıpır şıpır soğuk terler döküyorum ama kuaför denen canısı oğlan alt tarafı fön çekicek ama nassıl hanım hanımcık tini mini elleri saçımda böyle. ağzına iki tane çakasım geldi ''alovvv geç kaldım laa!!'' diyemesem de bakışlarımdan anlamış olcak ki sonunda bitirdi.

hop hop koşturup atladım tramvaya. 2 durak sonra in dolmuşa bin. hayatım olmuş evliya çelebi bildiğin. neyse yapcak bişi yok, yol boyu kah korkudan titreyip kah mentordan yiyeceğim zılgıtlara dayanıcak gücüm olup olmadığını, eğer yoksa bu acıyı kalbime gömmenin yollarını aradım durdum. ekipteki kıza mesaj attım: canım yaa mentor geldi mi naptınız ben yoldayım. ve gelen cevapla dramın kralını yaşadım: evet çoktan geldi. ordaki ÇOKTAN büyüdü büyüdü hançer oldu böğrüme saplandı. saate bakıyorum dakikalar koşturuyor ''ne çabuk 9:15 oldu laan :( '' diye üzgün suratımla dolmuş camından Galata'dan İstanbul'u seyrederken sonunda gelmiştim. sesim titreyerek ''ışıklarda inebilir miyiiiğğmm'' deyip titreyerek indim. başladım koşmaya. 2 adım sonra karşıdan bizimkileri görmemle dünya başıma yıkıldı. oturmuşlar sunuma gömülmüşler mentor hararetli bişeyler anlatıyor bizimkiler hizada pür dikkat dinliyor. geri mi dönsem düşün o derece tırsıyorum ama şimdi koskoca 2 hafta çöpe gitcek, kampta kulaktan kulağa dolanan bi dedikodu vardı. kızın biri ilk gün gelmiş, 2. gün ekibi görüp ''bu ne yeaaa üff snne be slk :S '' deyip gitmiş. şimdi ona benzetirler filan. bir de yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişken herkesin gözünde korkak biri olmayı göze alamadım ve tüm cesaretimi toplayıp medivenleri çıktım.

masaya gelir gelmez gözlerim adama dikildi mimiklerinden ne düşündüğünü anlamam lazım sonuçta. bakmadı tabi. oturdum çantamdan notları çıkardım ve son hazırlıklar için onlara katıldım. kedisi intihar eden kıza akşam sunumu mail atmıştım görselleri ekliycekti filan. kız o kadar söylesem de hataları düzeltmediği için son dakika oturmuş onları düzeltiyorlardı. hepimizin gözü laptopta, mentor sonunda şaha kalktı ''nerdesiniz küçük hanım?'' adamın metalci olduğu için sesi zaten yeterince tok. aniden bunu dedi benim kalbim sıkıştı korkudan, civciv gibi bakıyorum gevelemeye başladım ''şe..şeyy... ben çok ö..özür dilerim hocam'' allahhıımm çaylak olmak neden böyle bir şey off :( diye üzülecektim de vaktimiz yoktu. neyse daldık sunuma. ama o 25 saniye ömrümden bi 52 seneyi almıştır, çok net. ve saate baktık 10:00 olmuştu bile. mentorun şaşırıp geç kaldık demesiyle içeri geçtik.


sahne tozu yuttum, tamam artık ben oldum

12 ekip var biz 4. sıradaydık. ilk 3 grup sırayla çıkarken biz de o sırada arkaya bi yere geçmiş son bi kez sunuma bakıyorduk. tabi ekibi gazlamaya tam gaz devam ederken oturdum hiç üşenmedim tek tek yazım hataları ve noktalamaları düzelttim. sahneye geçip havalı havalı sunmak iyi hoş da arkada danalar gibi dev ekranda dahi anlamındaki de'ler da'lar bitişik, ıyy çok tiksinç. ben bizimkilere ''olm bu ne! kim yazdı la bunu enemm o da'lar hep bitişik ıyy'' derken bunlar bana ''yaae nolcak kim bakcak ona'' derken jüriden bi reklamcı da bu duruma uyuz oluyormuş, sunum yapan ekibe bunun çok önemli olduğunu söyledi, ekibimdeki kızın hemen ''al al'' deyip telaşla laptopı bana bi vermesi vardı abovv. onları düzelttim, yetmedi bir de eklemeler filan da yapıp kıza verdim. ve sıra tam bize geldi sandık ve üç buçuk atmaya başladık ki ara verildi. o arada nolduysa noldu, ara bitti sıra bize geldi jüri yavaş yavaş toplandı baktık bizim mentor ortada yok. vaz mı geçti benle savaşmaktan acaba, uu ben kazandım sanırım diye düşünürken haber geldi eşi hastaneye gitmiş fıtık için diye. biz de o sırada çoktan sahnede bilgisayarı filan kurmuş, öhöm diye sesimizi temizleyerek adamı bekliyoruz düşün. en öndeki jüri de bize bakıyor böyle. tıpış tıpış indik tabi. hakkımızı bizden sonrakilere verip yerimize geçtik derken mentor geldi. önde reklamcılardan oluşan jüri, arkada bir sürü bize bakan kafa, başladık sunuma.

reklam filmini açtık izliyorlar, tek tek gözlerine bakıyorum jürinin. herkes başladı kahkahalarla gülmeye. insanın içinde bulunduğu bir işin güzel tepkiler alması kadar harikulade bir şey daha var mıdır diye düşündüm. o an her şeyden daha değerliydi bu benim için. 

sunum bitti sıra jüri değerlendirmesine gelmişti. kalbimiz elimizde heyecanla yan yana dizildik jüriye bakıyoruz. başladılar konuşmaya. genel yorum: tek kelimeyle bayılmışlardı! nassıl sevindik. hele ki çektiğimiz reklam filmine aşık oldular. ufak birkaç eleştiri geldi, onu da çaylaklığımıza verdiler. tabi jüride canım İlkay Hocam (İlkay Yıldız) da vardı gülümseyerek ona bakıyorum o bakıyor filan. derken Vodafone'un adamı başladı eleştiriye. yok efendim fikir güzel ama hedef kitlemiz bu değil, reklam güzel ama yanlış anlarlar. suratımız düşmedi desem yalan olur. ama gerçekçi de olmak lazım. reklamcıların beğendiği reklam iyi reklamdır ama reklamveren beğenmiyorsa bu zaten klasik bir şeydir. neyse deyip alkışlanıp oturduk.




sonraki yazı: valla son yazı olcak. vee Kapanış Partisi'nde neler neler oldu.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 8

12 Temmuz perşembe akşamı Çaylak Kampı'nın finalden önceki son akşamıydı. mentor acansa çağırmış, son toplantımızı yapmış ve sunumun son rötuşları için ekipce son kez toplanmıştık. acanstan çıkınca günlerin uykusuzluğu yorgunluğu, üstüne hayvan gibi açlık filan birleşince ortaya yavşak görünümlü sarhoş insanlar çıkmıştı. zombilerden zombi beğen. karşıdan karşıya geçemiyoruz gülmekten, ama böyle uykulu ve salak salak gülüşüyoz. otobüsler üstümüze üstümüze geliyor bildiğin. neyse 4'ümüz de ayrı kafadan şurda yiyelim burda yiyelim derken ekipteki 'kedisi intihar eden kız' bize bi yeri övdü bi gittik ben sığmam oraya öyle diyim. millet de bok varmış gibi dip dibe oturmuş, bi kalabalık ki sorma. anlamadım yemeğin içine büyü mü attılar naptılar ne bu marka sevgisi, bu ne şiddet bu celal. tuvalet kadar bi yer, dışarıya 2 masa atmışlar insanların sırtları birbirine yapışmış Siyam ikizleri gibi. bizimkiler de bişi demiyor, adam gelmiş oyalıyor ''şimdi bi masamız boşalır 10 dk bekleyebilir misiniz?''. he canım boş beleşiz zaten, bekleriz nolcak. sanırsın Masa restoran. dedim yürüyün gözünü seviyim. neyse gittik Keyefsiye oturduk. ben az önce Etiyopya'dan gelmişçesine elimde yemek tepsisi nıhaha diye gülerek oturdum. karınlarımızı doyurduk hiç vakit kaybetmeden başlamamız lazım. ekipteki 'kedisi intihar eden kız' tam 2 haftadır ne zaman buluşsak Nero'ya gidelim diye beynimizi nassıl seviyor, babasınınmış gibi nassıl övüyor var ya, sonunda dayanamadım ben de ''cınım itiraf et hadi babanın dimi Nero ehehe''. kız buluttan nem kapan bi tip, hemen surat bembeyaz kesildi sinirden. diğerleri de bana kaş göz yapıyor boşver bişi deme der gibi.

neyse yapcak bişi yok, hemen dibimiz Nero, geçtik oturduk. son gün heyecanı, stresi, fikir bulma telaşı birleşince 4 tane üzgün kafa, her birimiz başka alemde. 'kedisi intihar eden kız' evine gitti, evde hazırlıycakmış sunumu. zaten diğer eleman da konserde çalışıyor tam da zamanıydı. kaldık 3 çaylak. neyse geçen gün saniyede 845 defa ''beni Nevizade'ye bırakın o.O'' diyen elemanımız taktı kulaklığı, aypedinden mentorun acanstaki konuşmasını dinliyor notlar alıyor. benle diğer kız oturduk, bana dediler sen yaz sunumu. saate bi baktık 23:00. ''oha 1,5 saattir burda mıyız!''

gerizekalı telefonum kafayı yemiş biri arayınca sesim gitmiyor, karşıdan da gelmiyor. reklamcının telefonu da tuhaf oluyor diyomuşum. taam demedim. evdekiler meraklanmasın şimdi, gittim kasadaki kızdan rica ettim evi aradım. zaten biliyolardı ama yine de haber etmek iyidir. bizimkilerin içi rahat benim içim rahat, geçtim ekibin yanına. baktım ikisi de başka alemde. fikir bulcaz, sunum yapcaz diye adamlar uçmuşlar bildiğin. transa geçmişler gözler mayışmış. güya minik bi acansmışız ya böyle, herkes bişi olmuş. art direktörümüz 'kedisi intihar eden kız', müşteri ilişkileri 'konserde çalışan çocuk', stratejik planlama 'son gece 1. olcaz diye gaza getirdiğim kız', metin yazarlarıysa ben ve bizim 'Nevizadeci çucuk'. sunum için çalışırken bu şekilde çalışmadık elbette ama şakalaşırken filan böyle salak bi bölüşme yapmıştık. madem acansız, şu an kendi kendimin patronuyum dedim, metin yazarı edalarıyla kendime sigara molası verip aldım sigaramı çıktım dışardaki masaya oturdum. 


reklamcı zombi olmak zor iş yeaa

hemen önümdeki masadaki orta yaşlı kadın durmadan yanındaki genci öpüyor. adamın içinden ettiği küfürleri görebiliyorum. sağımda 2 adam, sırtı dönük olan kesin karanlık işler yapıyor belli, bi gizemler, bi kısık sesler. bana bakansa etrafta kadın var mı onun derdinde. gözleri durmuyor adamın. bi ara bana baktı, gözümü çevirip içimden saymaya başladım ''bi git yeaa. ben burda neyin derdindeyim hey allam. he aşık oldum he''

efendi efendi sigaramı içerken hayatımı düşünmeye başladım. hayat gerçekten ilginç, yaşadıklarımı düşünüyorum, yeni tanıştığım insanları, Çaylak Kampı'nı, reklamcılığı... sonra dank etti tabi, sigara dumanıyla cool cool klip çekermiş gibi düşüncelere dalmanın zamanı mı lan! dedim kalktım. bizimkileri bi silkelemezsem 27. rüyalarına başlıycaklar. saniyesinde yanlarında bittim ve Fatih Terim havalarına girip başladım teknik direktörlüğe ''hadi hadi şunu yapalım artık, hadi arkadaşlar az kaldı baksanıza bitiyor ha gayret!'' deyip son cümleleri de yazarken oğlan çıktı ben dışarda bekliyorum dedi. cafenin ışıklarını söndürdüler bizim yüzümüzden kapatamıyorlar resmen, ben loş ışıkta bilgisayar ekranının ışığı yüzüme vurmuş, yorgun gözler ve uykulu yanaklarımla ekrana bakıp bitirmek için kendimi maffediyorum. kız da bi yandan dürtüp duruyor ''hadi hadi'' diye. öbür kız gitti yerine bunu bıraktı resmen, dükkan onların lan sanki, sanırsın dükkanı kendisi kapatcak. lan bi dur bitiyor işte. hayır sanki feyse girmişim, sanki tivit atıyorum he. ''ben napıyorum lan! sunumumuzu bitirmeye çalışıyorum!!'' diye çıldırmadım ama içimden dedim efendi gibi. kibarlığımdan ödün vermem corç. ve son kelimeyi de yazıp kaydet'e bastım. pıtı pıtı eşyalarımızı toplayıp çıktık. bizim Nevizadeci ayakta uyuyor garibim, ''olm bi git yat şu tipe bak'' dedim. durağa yürürken bu dedi nerden gitcem, söyledik gitti. biz kaldık kızla. koskoca Beşiktaş meydanında 1 tane Kabataş otobüsü gelmedi. saat olmuş 00:30. kızla duygudan duyguya geçiyoruz. önce şeyaptık ''aaa, oha, saat 12 miiii! aiyy gece olmuşş!''. sonra sıra üzülmeye gelmişti, bu başladı dertlenmeye içlenmeye 


-ya napcaz bitmedi sanki :( 
-(bana da tuhaf bi şekilde aydınlanma geldi) sakın! süperiz kızım her şeyi bitirdik işte. kız son görselleri de yapcak, ben eve gidip kıza sunumu atcam. kesin 1. yiz ya deli misin! 
-hmm öyle mi diyosun?
-falımda çıktı kızım tebrik etceklermiş, kutlama varmış. var yaa nassıl içime doğuyor anlatamam, kesssin 1.yiz görceksin! huhhuuuğ! :D



Allah belamızı mı verdi nedir

baktık olcak gibi değil, dedim yürüyeyelim yolda gelir bu otobüs. bişeyi beklemeyince olurmuş ya hani, o hesap. yürüyoruz, kız büfeye girdi akbil doldurmaya, ben uzaktan otobüsün ışığını bi gördüm çıldırdım ''geldi koşş :D '' diye. otobüse bi bindik bomboş, ben durur muyum hemen bi espri patlattım ''ehehe sana otobüs kapattım bebişim''. ama gülmeye mecalimiz yok. kızın gözler kapandı kapanıcak, şaşırdı tabi ''salağa bak hala nasıl espri yapabiliyor bu halde bile'' demiş olmalı içinden. beni beğenen böyle beğensin valla. hiç. bu arada 'kedisi intihar eden kız' durmadan mesaj atıp duruyor buna. ''hadiii yollayın sunumuu'' diye. cevap gelmeyince beni arıyor. sonunda Kabataş'a gelmiştik, hemen fırlayıp tramvayda boş gördüğümüz ilk koltuklara kaplan gibi saldırdık. patates olmuşuz, bıraksan hoop diye 5. rüyama başlarım ama boş koltuk gördüm mü affetmem! şimdi uyursak gözleri açınca nerde uyanırsın bilinmez. bu yüzden zoraki konuşuyoruz, sırf uyuyakalıp son durakta organ mafyaları kaçırmasın diye. son 2 haftadır ilk kez konumuz Çaylak Kampı ya da Vodafone Freezone olmadan muhabbet ettik. bizimki hala mesaj atıyor ''ya hadi yatıcam ben ne zaman atıyosunuzz!!'' bi an kendimi kızın eski sevgilisi filan zannettim öyle bi tripte ki birazdan şöyle bi mesaj atıcak filan sandım ''Allah belanı versin! ne aptalmışım sevdiğini sanmıştım :( ''

-(eben dedim içimden) abi ne sabırsız kız yaa 10 dk sonra evde olcak de. 
-diyorum ama anlamıyor ki..

yarım saatin sonunda eve gelmiştim. pijamalarımı bile giymeden hemen oturup sunumu 'kedisi intihar eden kız'a attım, tam 1 saat boyunca durmadan itirazlı mailler attı, hatta hızını alamayıp aradı filan. söylene söylene ekrana bakıyorum annem delirdim sandı ''kızım mahvoldun 2 haftadır canım'' dedi artık. şimdi annem var diye küfürleri içimden sıralayarak sabredip son maili de attım ve başımı yastığa koyar koymaz mışıl mışıl uyudum.



sonraki yazı: tamam tamam seri bitiyor sonunda. Sunum günü neler yaşadık?

18 Ağustos 2012 Cumartesi

yeni yazımla karşınızdayım

yazarımız yıllık izne ayrıldığından bugünkü yazısını yazamamıştır.







ps. hep özenmişimdir var ya. hani böyle sevdiğin köşe yazarının köşesini açarsın da köşe yazarı tatile gitmiştir ve karşına bu cümle çıkar. ortada yazı falan yoktur, yazar o sırada şrop şrop yüzüyordur sen de ''yazı var dediler geldik'' deyip gelmiş ama hayal kırıklığına uğradığınla malak gibi kalmışsındır. daha önce başına geldiğinde ve şimdi burda da görünce küfretmiş olabilirsin o ayrı ama yazar açısından bence acayip havalı. ''yaa adamı böyle oyuna getirirler. ahah siz yazı var sanıp geldiniz ama bak ben babalar gibi tatildeyim çatlayın olm!'' der gibi. ben böyle demiyorum o ayrı :)

velhasıl, yıllardır hep işte bu havalı harekete özendim ve ben de yaptım. siz bu satırları okurken ben çoktan İstanbul il sınırını geçmiş olucam. 1 hafta yokum tatilde olucam beybilerim. tabi bu arada boş durmayıp yazıcak şeyler biriktirmeyi de ihmal etmiycem.

tatlılıklarla ^_^
reklamcıinsankişisi...

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 7

9. gün
12 Temmuz perşembe günü Çaylak Kampı'nın 2. haftasının finalden önceki günü, büyük sunumun arifesi gündü. heyecanın kralını yaşıyorduk bu yüzden güzide vakfımız Reklamcılık Vakfı o günü ajans ziyaretlerine ayırmıştı. bi nevi stres atma şeysi, sonuçta 2 hafta boyunca reklamdır pazarlamadır brieftir markadır derken hayatımız reklamcılık oldu, azcık şarj olmak hakkımız dimi?

önceki gün dediler ki yarın sabah 9:45'de Odakule'de olun. tamam dedik. ve perşembe günü binbir telaş ve geç kaldım korkusuyla 09:55'de Odakule'ye vardım. uzaktan baktım Odakule'nin önü bildiğin Çaylak Kampı 2012 ekürisiyle doluşmuş. gurur guydum, böyle kapatırız işte İstiklal'i bebeyim dedim ve yanlarına yürüdüm. bizim ekiptekiler henüz gelmediklerinden diğer ekiplerden kaynaştığım kızların yanına gittim. işte sordular ''naptınız bitti mi sizin sunum?'' yok dedim nerdee. onlardan da aynı cevabı alınca içim nasıl rahatladı anlatamam. oh dedim yalnız değilmişiz, rakiplerle arayı açmamışız. derken herkes gelince proje yönetimiz biricik Ömür'ümüz düştü önümüze, biz bildiğin izci kampı gibi peşinde, kapattık İstiklal'i başladık yürümeye.

ilk hedefimiz hemen İstiklal'deki dijital bi acanstı. bi geldik, oha dedim burası acans mıymış, e ben hep geçiyorum burdan. düşünceye gel, hey allam. neyse girdik kapıdan merdivenleri çıktık ve acans karşımızdaydı. adamlar konsept olarak inşaat şeklinde dekore etmişler ya bizim eküriden hiç abartmıyorum şunu diyenler bile çıktı ''bu ne lan leş! adamlar paraya kıyıp bi sıva neyin sürmemişler bu ne be ahah''. ben tabi hemen içimden şunu dedim ''olm tarz işte üff reklamcısın sen aiiyy şaşırıyo bide şu ağza bak''. sebebini şimdi anlayamasak da dakikalarca bekledik. baktım bizim kamp her biri bi yere dağılmış. kimi gitmiş toplantı odasında yer kapmanın gururuyla havalara girmiş etrafı kesiyo, kimi balkona çıkmış Fırat gibi dışarıya bakıyo, kimi ortadaki pufa oturmuş acanstakileri izliyo, hatta kimisi gidip tuvaleti inceliyo o derece. sonra acansın kreatif direktörü geldi ve herkes toplantı odasına geçti. o konuştu sonra copywriterlar, sonra müşteri temsilcisi derken yaklaşık 1 saat sonra acanstan çıkıp 2. acansa doğru yola koyulduk.


reklam acanslarını Maslaklasak da mı saklasak
 
fifuvv 2. acans meğersem Maslak'taymış ben nassıl sevindim! Reklam dünyası olarak Maslak'ı kapattığımızdan olsa gerek(ama tabi benim aşık olduğum acans Maslak'ta değil o ayrı, o tatlı bi istisna). Tünel'e geldik metroyla gidicez. 60 çaylak yürüyen merdivende çocuklar gibi şendik, 60 çaylak o gün İstiklal'i birbirine kattık! bi ara arkama baktım yüzler hep gülüyo, tamam dedim işler yolunda, yürüyen merdiveni de kapattık oh mis. 60 kişi yüklenince nasıl çökmedi şu an hala anlamıyorum mesela.

fıtı fıtı yürüyoruz derken turnikelere geldik. Ömürcüm demez mi ''akbil basmayın biz bascaz''. hobaa kıyamet koptu. kampta herkes öğrenci ya, o an orda sevinmeyen çaylak yoktu yemin ediyorum. ''ahah süper''ler, ''vayy akbiller şirketten'' lafları gırla. yazık öğrenci milleti olarak açız sonuçta :( vakıftaki çocuk durdu turnikede 60 kere pıt pıt bastı akbili, ardarda 60 kez basınca orda bildiğin şarkı yaptık akbil sesinden. vay arkadaş, reklamcılar her yerde mi çılgın olur. neyse efendim akbilli Çaylak Kampı 2012 şarkısı eşliğinde boncuk gibi dizildik 62 kişi turnikeden geçtik. metroyu uzaktan gördük, kimse binmesin şimdi, aynı araca binelim diye Ömür kızcağız tedirgin olsa da hepimiz de aynı metroya bindik. metroda yine dört bi tarafa dağıldık. diğer ekipten çocuklarla konuşuyoruz filan. ben nev-i şahsına münhasır gözlemcinin kralı olduğumdan bakıyorum kim napıyor diye. her daim duygusallığın bokunu çıkaran biri olarak başladım efkarlanmaya ''bu insanları 2 hafta önce tanımıyordum şimdi ekip ruhuyla aynı metroda aynı yere gidiyoruz, yarın yine yollarımız ayrılacak vay be'' dedim. o an yüzlerine baktığım Çaylak Kampı da bana baksaydı yüzümdeki hüznü görebilirdi ama herkes bi muhabbete dalmıştı. genşler çok hayırsız oldular üstadım. ''yarından sonra herkes kendi hayatına gidecek, hayat böyle işte'' diye içlenmişken sonunda geldik, merdivenleri çıktık ve karşımızda Maslak!

kaç kere oralarda iş bulma ümidiyle ordan oraya perişan olduğum geldi aklıma o an. kendimi bildim bileli çaylak mıydım yoksa yerebbim diye içlenmeye başladım. 1 sene sonra o gün yine ordaydım, ''dünya gerçekten küçük, hayat gerçekten kısa. vay anasını!'' derken gideceğimiz acansların olduğu plazaya gelmiştik bile. 60 kişi olunca pat diye gidemiyosun, asansörle 5-6 posta yaptıktan sonra acansın olduğu kata geldik. reklamını yaptıkları ürünleri önümüze dizmişler tabi, başladık yaptıkları birkaç işi izlemeye. sonra sorular soruldu derken gitme vakti gelmişti.

yine aynı plazadaki 3. acansı da gezip konuşmayı dinledikten sonra bugün mentorla görüşmemiz gerektiği için aradık mentoru. ''acansa gelin'' dedi, ben yine klasik, sevindim tabi, aşık olduğum acans sonuçta. ekipten biri o gün bi konserde çalışıyor, diğer kız gelmemiş, biz 3 çaylak düştük yola. ''buraları biliyom ben yeaa'' havalarında önlerine düştüm şurdan gitcez ordan döncez diyerek ekipçe sağsalim dolmuşa bindik. geçen akşam acanstan Kabataş'a kadar kilometrelerce yürümemiz esnasında milyon kez ''beni Nevizada'ye bırakın'' diye beynimizi bi güzel seven sevgili ekip arkadaşım gelip yanıma oturdu telefonundan haritayı açtı ve o 20 dk'lık yol boyunca ebemi bi güzel ellerinden öptü. hayır hava zaten cehennemin dibi, açmışın haritayı, göstermesen bile benim göz ister istemez gidiyo ona napiyim. kapat da diyemiyosun çat diye geçeriz acansı, sonra işin yok yürü. ve sonunda bebeyim acansa gelmiştik. yine acansın sokağındaydım, evet yine oradaydım allam ne güzel bi duygu bu diye içimden geçirirken girdik kapıdan. ohoo kaçıncı gelişimiz oldu, acanstan biri gibi olmuşuz gibi girdik kapıdan. girişteki güvenlik artık kankamız oldu gibi bişey, aradı ve geçtik. asansörde yine heyecan tabi. ve yine o toplantı odasındaydık. 4 saatin sonunda acanstan çıktığımızda saat akşam 9 olmuştu bile. öküzler gibi acıkmış, delice uykusuzduk. ama son 1 gece daha uykusuz kalmaya değerdi, ha gayretti, şimdi hiç vakit kaybetmeden karınları doyurup sunumu bitirmenin tam zamanıydı!




sonraki yazı: sunumdan önceki gece nasıl zombileştik.

7 Ağustos 2012 Salı

hayat çok tuhaf...

şu sıralar kendimi South Park'taki Kenny gibi hissediyorum. öyle yalnız ve hep başarısız. nereye adım atsam başıma iş açmış gibi beceriksiz. tıpkı arkadaşları Kenny'yi ararken onun o esnada ölmekle meşgul olması gibi. tıpkı Kenny gibi, asıl olmam gereken yerde değil de gayet alakasız bi şekilde harcanıyomuşum gibi.


geçmişimle yüzleştim, tam bi aptalmışım!
 
az önce gördüğüm şeyle dünya başıma yıkıldı. az önce gördüğüm şey bana ''daha ilkokuldayken yaptığın şey geleceğin hakkında ipuçları vermeye başlamış salak!'' dedirtti. ne mi gördüm?

ilkokulda deli gibi hoşlandığım sınıf arkadaşım feyste yeni sevgilisiyle çektiği bi fotoğraf paylaşmış. ama ne fotoğraf! dalga geçmek gibi olmasın, Allah affetsin ama o kızı o çocukla bakışırken gördüm ya, benim kafamdan kaynar sular şırıl şırıl döküldü. bu kıza böyle bakan çocuğa nasıl aşık olmuşum lan ben diye kendimden tiksindim. neyse ya, ilkokulda hoşlandığım tek sınıf arkadaşım o değildi nasılsa, canım sıkıldıkça birinden vazgeçip öbüründen hoşlanıyordum şıpsevdiliğin bokunu çıkarmıştım zaten deyip biraz olsun rahat bi nefes alsam da, abi diğerlerinin de ondan geri kalır yanı yok ki! arkadaş, hepsi mi aynı şeyi yapar! bi insanın ilkokulda hoşlandığı bütün çocuklar mı yıllar sonra birer gerizekalıya dönüşür! yemin ediyorum, yıllar sonra bugün tek tek hepsinin kapısına gidip ''ee siz ilkokulda aşkıma karşılık vermezseniz na böyle olur geleceğiniz'' demek istedim. Allah'tan o zaman onlardan hoşlandığımı bilmiyorlardı, şimdi yazıyı okuyan gelir ''vayy sen benden mi hoşlanıyordun kız ;) '' sanırsın 9 yaşındayken hoşlandım ya, gelmişim 23 yaşına hala ölüp bitiyorum ondan başkasını gözüm görmüyor. he canım he senden hoşlanıyordum, senin gibi bi sümsükten! nerden bileyim böyle olacağını! bilseydim gider ota böceğe aşık olurdum sana olmazdım, gidip bi fidan dikseydim şimdiye ağacım vardı be sen ne diyosun! gerçi daha o zamandan belliydi senin ne kadar salak olacağın da işte, zaten miyobum bide aşık olmuşum tam kör olmuşsam demek. unuttum sanma yani, cücenin önde gideniydin. ama her nasılsa, sınıfın en uzun 2. kızı olsam da deli gibi abayı yakmıştım işte sana. salaklık naparsın. şirin bişiydin yine de hakkını yememek lazım şimdi yiğidi öldür hakkını ver. ama nerden baksan, 8-9 yaşlarındaki erkek çocukların neredeyse hepsi şirindir lan. e nerde kaldı o zaman senin farkın! tüh, hata etmişim, seni çok abartmışım(var böyle tipler, 14 yıl önceki hesabı 14 yıl sonra görüp pişman olan küçük hesaplar peşindeki adamlar. ayynı ben.)

sabahın 7'sinde oturup kendi kendime ilkokulda yediğim haltları hatırlayıp üşenmeyip bi de tıkır tıkır yazdım ya Allah da beni bildiği gibi yapsın emi. abi napiyim acayip bi uykusuzluk. he bundan bahsetcektim ben de. ya nolcak bu uykusuzluk, adamlar daha bu sabah Curiosity(merak) diye bi araç gönderdiler Mars'a. neymiş, hayat var mıymış yok muymuş. lan sen önce evinin önündeki çöplüğü temizle. önce bi gel, benim insanım napıyor neediyor, var mı bi derdi sıkıntısı karışanı edeni. ama nerde o vefa bilimadamlarında. varsa yoksa Mars. delikanlıysanız, yiyosa şu uykusuzluğa bi çare bulun lan! siz şahitsiniz, erkekse bunlar gider delikanlı gibi bitirirler şu uykusuzluğu. ha bi de gece yarısı dana gibi acıkmamıza da bişi yapsanız ne güzel olur. ya bi de son bişey, hazır hoşlanmak filan demişken, böyle mesela birinden hoşlandığımızda hoop diye o kişi gelip ''hayatımın kadınısın/erkeğisin'' dese ve samanlık seyran olsa ya. ben elmayı seviyorum diye elma da beni sevse ya. hoş olmaz mı, bence olur. bak, bu yazıyı okuyanlar da hak verdiler bana. hadi o zaman gözüm, git bi koşu al gel şunları.





ps. taam ya biliyorum şimdi mesela ben elmayı seviyorsam elma gelip bana ilan-ı aşk etti diyelim. ve o sırada elma da hayvanlar gibi armuda abayı yakmış diyelim. bu durumda elma gelip bana evlenme teklifi ederse armut üzülmez mi diye sorabilirsin. e onu da bilimadamları çözsün abi, şimdi herşeyi de benden beklemeyin. bu arada ilkokulda bizim sınıfta olan çocuklar bu yazıyı okuduysanız sakın üstünüze almayın he mi canım. aferin.

5 Ağustos 2012 Pazar

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 6

8. gün

11 Temmuz Çarşamba günü, Reklamcılık Vakfı'nda oturup bir şeyler bulup mentora mail attıktan sonra, tıpkı Batman gibi Superman gibi Darth Vader gibi biz de acıkmıştık. sert kabuğunun altında yumuşacık bir insan dedikleri gibi, dışından ne kadar cool görünmeye çalışsan da öküzler gibi acıkıyorsun. yemişim yani coolluğunu çok afedersin.

o değil de, arkadaş koskoca İstiklal yapmışınız ama kararsız insan için şöyle şıp diye oturacağı bir yer neden yok! yarım saat yürüdük anca bir yer bulabildik o da çok da içime sinmedi de neyse. karınları doyurduk hiç vakit kaybetmeden başka bir yere geçtik. boru değil, bir an evvel bitirilmesi gereken bir reklam kampanyamız var. şurda sunuma kalmış 2 gün. ekipten kızın kedisi intihar etmiş o evine gitti. sonbahar gelmiş, o hayın yaprak dökümü başlamıştı. biz 4 kişiydik, bedirhan nazlıcan... öhöhm tamam kestim traşı. oturur oturmaz başladı beyin fırtınası. amma sıcak bir yaz günü, bir cafenin terasında, yıllar sonra dalga geçerek hatırlanacak saatlerdi. birbirinden toy cümlelerle birbirinden amatör fikirler havada uçuşurken, bir an evvel sektörde olma isteğim delice zıplıyordu içimde. sabırsızdım en az muzır bir çocuk kadar. ama şimdilik çaylaktım ve bunun keyfini çıkarmak lazım gelirdi. bıraktım kendimi çaylak olmanın dayanılmaz hafifliğine.


narsist değilim gerçekçiyim bebeğim

2 saatin sonunda pek de dişe dokunur bir şey bulamayıp evlere dağıldık. yol boyunca ''nolcak şimdi, al gene bir şey yok, millet var ya şimdi çoktaan bitirmiştir, off delice süper bi fikrimiz var ama çiğ çiğ duruyor şunu bi pişiremedik gitti :( '' diye başladım afiyetle beynimi yemeye.

karşıdan karşıya geçerken arabadakiler benim reklamcı olduğumu biliyormuş gibi bi havalara girdim. fonda sanki Ray Charles'tan Hit the road jack çalıyordu ve ben ''hey yavrum hey siz burda kırmızı ışıkta bekleyin anca, reklamcıyım ben olm! off çok havalıyım yeaa'' diye geçiyordum karşıdan karşıya. kendini bir film kahramanı gibi hissederken işler hiç de istediğin gibi gitmez ve o hava anca filmlerde olur. bir rüzgar esti, enemm benim bi fönüm bozuldu bi de üstüne tam o anda yeşil yandı, pıtı pıtı koştum hemen. zor kurtuldum bildiğin. yani o afra tafra da bi yere kadar, işte böyle korna çalarlar adama. durağa geldim, bekliyorum otobüs yok. sonunda geldiğinde, içerisinin nazi kampından farksız olduğundan habersiz şıkır şıkır bineyim dedim ve akbil sesinden sonra bi döndüm ki acı gerçekle yüz yüze geldim. bana bakan yüzlerce, binlerce, hatta belki milyonlarca kafa. neyse bi yere geçtim ve yarım saat sürecek tıkış tıkış yolculuktan sonra ben Evliya Çelebi, yollarda olmaktan acayip zevk alıyorum ya, bi de tramvaya bineyim deyip atladım tramvaya. ''beni 7 durak sonra eve bırak evlat'' dedim vatmana. vatman nedir abi bu arada, Batman gibi.

neyse elimde Reklamcılık Vakfı Çaylak Kampı yazan defter, kamp takvimi ve Vodafone'un briefinin olduğu dosyayla dışarıyı seyrederken cama yansıyan bakışları gördüm. yanımda duran çocuk bir an olsun gözlerini ayırmadı dosyadan. yazıları okuyor, kafasını çevirip dosyayı inceliyor filan. ben gene havaya girdim ''ımm şey.. evet ya reklamcıyım ben de işte, kahretsin çok havalı yaae.. bu arada söylemeden edemiycim, Vodafone'a fikir bulmaya uğraşıyorum ben de işte. Vodafone yani bizim Vodafone var ya heh o işte. off çok stresliyim şu an, mad woman olmak kolay değil beyb'' diye içimden düşünürken ineceğim durağa geldim sonunda. hala adam gibi bir şeyler yapamadığımızsa aklımdan çıkmıyor. ''hadi gene ben burda hayal kuruyorum ediyorum, acansa aşık olmuşum aşk acısı çekiyorum filan. bunlar yetmezmiş gibi bir de yapılmamış şeyler bulmaya çalışıyorum, kısaca zor bir yaratım sürecinden geçiyorum. beni geçiniz de sizden hala bir şey çıkmadı genşler, ne iş?'' de diyemiyorsun ekibe. ''üniversiteler arası reklam yarışmasında 1. olan amcamın gelini değil, o kadar övündünüz genşler, ne iş?'' diyemiyorsun. şaka şaka.. elbette böyle düşünmüyordum, bunlar işin şakası tabi, aa aşkolsun tabii ki biz bir ekibiz hiç olur mu öyle şey. velhasıl, bir şeyler bulmak için kendini yırtmalar devam etti. o günü de bir şekilde yedik.



sonraki yazı: 60 kişilik Çaylak Kampı İstiklal'in ve Maslak'ın nasıl altını üstüne getirdi

31 Temmuz 2012 Salı

Reklamcıinsankişisi Çaylaklar Kampı'nda - 5

7. gün
nerde kalmıştık. en son şeyi anlatmıştım. hem delice heyecandan hem stresten hem de sıcaktan çok ilginç bir yolculuktan sonra mentorumuzun acansına, aşık olduğum acansa gelmiştik. çok süper olan fikrimizi bulmuştuk, ben hoop hoop diye hayalden hayale dalmıştım o sırada mentor bana kıl olmuş ve bi güzel laflar yapıştırmıştı, ben yıkılmamıştım bir gün orada olacağıma daha çok inanmıştım ve toplantımız bitince hüzünlü de olsa şimdilik veda etmek zorunda kalmıştım, romantik filmlerdeki veda sahnesinden farksızdı ve giderken Burhan Çaçan bakışlarımla ''dönüşüm muhteşem olucak beybi o_O'' deyip çıkmıştım. eveet sonra acanstan çıktık. artık büyük sunum için bi fikrimiz vardı, geriye sadece bunu güzel bi hale getirip süper bi şekilde sunmak kalmıştı.

sunum günü yaklaşırken içimde çanlar çalıyordu, kendimi ısırmak istiyordum adrenalinden. bir an önce cuma olsun da kurtulalım repliği bi yandan, allam nolur cuma gelmesin yarebbim repliği öbürsü yandan, abartmıyorum yaşlandım o 2 haftada. ''ee hayatın böyle geçicek güzelim, o kampanya senin bu sunum benim şu marka onun derken ömrünün geri kalanı böyle geçicek. bunlar daha iyi günlerin hey yavrum hey'' diyordum içimden. o değil de, yoksa şizofren mi oldum ben? neyse bu başka bi yazının konusu.


kafayı sıyırmak iyidir dibinde kalmasın yazıktır

içimdeki uslanmaz romantik hayalperest ise içinden ''çok az kaldı, ressmen kaming suun olm. yakında bence kesin burda olcam var ya hissediyorum resmen'' diye geçirirken daha ilk günden bebeyim olan acans çoktan arkada kalmıştı bile. kemiksiz tam yarım saat boyunca yürüdük. yol boyunca ben bir hırslandım, bu kadar iyi bi fikrimiz var bence kesin 1. olcaz diyorum böylece ekibe de gaz vermiş oluyorum. bi yandan da acansa olan aşkımdan dem vuruyorum. dünyalar tatlısı mentorumuz ve süper yazarımız benim gözümde o an melek melek. reklamcılığa hevesim bin kat arttı desem hiç de yalan olmaz (burda şöyle okkalı bir maşallah diyoruz genşşler piliis)

gelelim madalyonun öteki yüzüne. acı gerçek su yüzüne çıkmıştı. reklamcı da olsan insansın, fizyolojik ihtiyaç diye bir gerçek var. dünyayı da kurtarsan, Batman bile olsan insansın en nihayetinde. öküzler gibi acıkmışız, delice susamışız, hayvan gibi yorulmuş ve 2 hafta baykuş gibi uykusuz kalmışız ve bütün bunlar yüzümüze öyle bi yansımış ki. bunlar yetmezmiş gibi bide yürü babam yürü yol bitmiyor anasını satayım. ama süpersonik bi insankişisi olduğumdan o halde bile espri yapabildim. espri aynen şu ''lan şimdi bizim mentor şurdan arabayla geçiyomuş, gelin gençler sizi gideceğiniz yere kadar bırakayım diyormuş düşünsenize'' dedim. bunlar ''he canım he öyle olcak zaten merak etme'' dediler. açlık başıma vurmuş resmen, bi de artık nasıl bi hayalgücüm varsa. neyse sonunda Ortaköy'e indik. bi yerde karınlarımızı doyurduk hobaa yolcudur abbas, bu defa Beşiktaş'a doğru yola koyulduk. kampta olduğumuzu sevgili evren bir kez daha yüzüme vurdu. bildiğin izci kampı, 5 kişi pıtı pıtı birlikte yürüyoruz böyle. suratlar filan kaymış tabi.

sonunda Beşiktaş'a çıktık. ekipten biri çıktı evine gitti. kaldık 4 kişi. yürü yürü ışığa yürüyenler gibi birazdan arşa çıkıcaz sandım bi ara, bu sefer Kabataş'a kadar yürüdük. saate baktık saatlerdir yoldayız. ben durmadan ''abi İstanbul'u yedik bitmedi daha ne kadar yürüycez'' diyorum. hayır şimdi düşününce niye yürümüşüz lan harbiden, yürürken vahiy mi gelcek ilham mı gelcek nedir. artık 2 haftalık stres, uykusuzluk derken beynim yanmış olacak ki sarhoş bebek gibi gülme krizine girdim, saçmalıyorum espriler yapıp kendim gülüyorum filan. abartmıyorum konuşmam sarhoş gibiydi bildiğin. ekipteki çocuk bi yandan kafamın yanında ''beni Nevizade'ye bırakın'' diyor, öbürü gelmiş kafamın dibinde başına gelen belaları anlatıyor ''gözünü seveyim sus ne uğursuz adammışsın dur şimdi başımıza bi iş gelmesin lan Allah korusun'' dedim artık. diğer kız desen benden beter, gözleri kapanıyor yorgunluktan. hayır bide kız zaten kemik gibi garibim, şimdi hepten hastalıklı gibi görünmeye başladı tövbe tövbe. ben de insanlık ölmedi dedim espri yaparken bi yandan da bunun koluna omzuna vuruyorum ki uyansın şimdi kaldırıma düşcek kaldıramıcaz biz ölmüşüz zaten abi. yani birbirinden tip 4 adamız, herkes değişik. o yol yemin ediyorum komedi filminden farksızdı. herhalde bi 5 km filan yürümüşüzdür.

Evliya Çelebi gibi o kadar yürüdük, e zaman durmadı tabi. resmen saat 10 oldu. oha lan hangi ara 10 yaptınız saati dedim. telefonum da o sırada bozuk, abim arıyor açsam karşıya ses gitmiyor, açamadım tabi. ben de arayamıyorum ses gelmiyor bide düşün, nasıl konuşcan. yani evdekiler benden bihaber, akşam akşam yollara düşmüşüm. sonunda bi çay bahçesi bulup geçtik oturduk. konuştuk ettik neler yaparız dedik dağıldık. saatlerdir ''Nevizade'ye gidicem ben'' diyen çaylağımız artık o yorgunlukla neyin nevisi, neyin zadesi, tıpış tıpış evine gitti. en son arkadan bi baktık buna, adamın yürümeye mecali yoktu, emekli gibi gidiyordu bildiğin.

8. gün
11 Temmuz çarşamba günü, sunuma 2 gün kala mentorla görüşme vardı. böyle diyince de mapus damlarına düşmüş gibi hissettim bi an. görüşme nedir abi allaşkına. neyse adamla daha dün görüşmüşüz, bide işleri güçleri var kampanya yapıyolar bizle mi uğraşıcaklar dedik. hem zaten dün fikir bulduk ama onu oturup bi düzenlemek gerek filan. adamı utandırmamak için biz ekipçe toplaşalım dedik. doğğru Reklamcılık Vakfı'na gittik.

vakıftaki reklamcılık kitaplarını ben bi gördüm var ya resmen gözüm döndü. pıtır pıtır toplayıp masaya boca etmeye başladım. dün akşam nevizade diye kıtır kıtır beynimi yiyen çocuk ''tamam sakin ol.''  demez mi. böyleyim abi napiyim yani. sevdim mi tam seviyorum, sildim mi bir kalemde. neyse. ben o kitapları getirdim masaya lapps diye koydum ya bunların gücüne mi gitti nedir. başladılar tip tip bakmaya. ''böyle boş boş oturcaz mı yani? abi şunlara bakın bi, ilham milham gelir'' dememle bunlar bi başladılar, artık nasıl dolmuşlarsa. ''ya sen bi sakin olsana''lardan tut da ''sen bak alla alla biz bakmıyoruz''lara, ''bizi de strese sokuyosun bi otur gözünü seveyim''lere kadar yemediğim zılgıt kalmadı. benim şalter attı tabi ama aman iyi üf deyip başladım sayfaları çevirmeye. öğrenmeye her daim açım ben bebeğim, ben tek siz hepiniz.

oturduk, birkaç bişi düşündük mentora mail attık. gayet amatör şeyler de olsa en azından birini beğenir diye düşünüyoruz. sonra acıktık çıktık gittik.



2 gün sonra büyük gün, sunum günüydü. ne mi oldu? sonraki yazıyı bekleyin (: