31 Temmuz 2011 Pazar

reklamcıinsankişisi tatilde vol 4


çokçadır yazmıyorum. neler olmadı ki...

malum tatildeyim. ne zamandır yazıcam desem de yan gelip yatmaya alışmışım ya, bilgisayarı açmak bile çoğu zaman işkence. ama bazen ilginç, sevimli, güzel, delice şeyler yaşadığımda neden bunu yazmayayım ki diyorum. bazen kalabalık oluyoruz, misafirler gezmeler falan diyince başını kaşısan kovalarlar gibi bişey.

çarşamba günü atladık arabaya, düştük yollara. Rotamız Muradiye Şelalesi. yolumuzun üstünde bi sürü köy geçtik. kara kara küçük çocuklar, traktörler, ufukta uzak köyler. Çaldıran'dan geçtik. ve derken vardık. ben tabi sabırsızlanmalar başladı. nerde şelale hani göremiyorum diye çocuk gibi debeleniyorum. sanki şelale kapıda karşılıycakmış gibi. girdik, piknik alanı gibi bi yer. arabayı park ediyoruz ama o park etme ömür geldi bana. neyse sonunda arabadan zıplar gibi indim. sol tarafta asma bi köprü, uzanmış boylu boyunca. uzakta olduğum için vehametin hiç mi hiç farkında değilim. şelale sesi de fonda. yürümeye başladık, köprüye birkaç adım kala. ne göreyim, bildiğin asma köprü! zemine bak, aşağıda giden nehri görüyosun aradan böyle. 5 kişiyiz, sadece bizim kilolarımızla bile kopabilecek o köprüde biz geçerken 15 kişi falan vardı. hayır, sadece biz olsak gene umutlanırım falan hani de 15 kişi ne abi. hayatta kalma olasılığın pat diye düşüyo. her neyse. sallana sallana yürüyoruz, korka korka. beşik gibi ama hiç abartmıyorum. onca sene nasıl dayanmış bilmiyorum artık. şelaleye mi aşık nedir. yani ne bileyim insan ancak aşıkken o kadar dayanabilir omzundaki yüke. belki aşıkken bile sırtından onca insanın yürüyüp geçmesi seni deli eder, sonunda çekip gidersin. ama bu asma köprü elinden öpülesi hakikaten. neyse öyle ya da böyle köprüden geçtik. oturduk şelale manzaralı kahvaltı sofrasına. ben, babasına ''baba hadi fotoğraf çekelim'' diyip duran küçük bi kız çocuğu sanki. adamcağızın kahvaltı niyetine beynini yedim. ama çekebildiğim kadar da fotoğraf çektim. telefonumda da şelalenin sesini kaydettim. ilk gördüğüm şelaleyi ardımda bıraktım sonra.

yola devam etmeliydi. ikinci rotamız Doğubeyazıttı. şansımıza yollar yeni yapılıyodu, pata küte gittik koca yolu. hele bi de yaz olunca, o arabalar geçiyo, nasıl bi toz kalkıyo. sağda Ağrı Dağı durmadan. başında beyaz karlar. bi ara artık nasıl acıkmışsam Ağrı Dağı'nı isviçre çikolatalarına benzettim. böyle tepesi beyaz çikolatalı dağ figürlü çikolata. normalde o sıcakta dayasan çikolataları düşün benim gibi bi çikolata manyağı elinin tersiyle iter. ama artık benim o doğuştan kıtlıktan çıkmış bünyem o an herşeyi bi yiyeceğe benzetebilecek boyuta çoktan gelmişti. koca Ağrı Dağı'nı çikolataya benzetmem de bu yüzden normaldi. ilçeye vardığımızda çarşıdan geçerken sağda solda insanları seyretmek, seyyar satıcıları seyyar satıcılardan kavun karpuz alanları dükkan önlerinde oturan esnafı, kahvedekileri marketleri herşeyi herkesi seyretmek bana müthiş bi zevk verdi. sıcak falan umrumda olmadı öyle çok. nedense seyahatlerin en çok etrafı gözlemek kısmını seviyorum. bu çocukluğumdan beri hep böyle oldu. en çok da insanlar tabii. yoksa napiyim yan duvarında SATLIK DUKANLAR yazan küçük bakkalları fırınları. arada seyirlik tuhaf şeyler de çıkıyo ama en çok insanların halleri, hele ki daha önce hiç gitmediğim bi şehrin insanlarını görünce gözümü alamıyorum. dışardan yanlış anlaşılma ihtimali var elbet ama amaaann. sonunda İshakpaşa Sarayı ufukta göründü. tam dağın tepesinde koca bi kayanın üstünde. düşmemek için kendini zor tutuyo sandım bi ara, üzüldüm onun adına. ama durum sandığım gibi değildi tabi. arabayla dağ yolunu yürüyoduk. yani bildiğin yürür gibi gidiyoduk, düşün dağa çıkıyosun. İshakpaşa Sarayı'nın önüne geldiğimizde etkilenmiştim. çünkü kaya üstünde saray! aşağısı Doğubeyazıt, panoramik, her yerini görüyosun. inanılmaz güzel. bizimkiler önceden gördüklerinden kapıda oturdular. ben aldım fotoğraf makinamı, girdim saraya, başladım keşfe. harem odaları, ziyafet salonu, ambarlar derken altını üstüne getirmeye kıyamadım, zar zor duruyo gibi zaten en tepede. sadece gezdim. ve bissürü fotoğraf çektim. evde ağzına kadar doldurduğum şarjı yiyip bitirerek beni o sıcakta deli eden telefonumu oracıkta saray avlusuna bırakıp gelmek istediysem de yapamadım, elim gitmedi, güzel telefon yazık nan. iyi kötü idare ettik birbirimizi. öhömm neyse. ne diyoduk, telefon kapandıkça ben açmaya uğraşıp çekebildiğim kadar fotoğraf çekmeye devam ettim. inatlaşarak böyle, o kapandı ben açtım pıt pıt çektim, o kapandı ben çıldırdım. neyse sonunda saray gezim son buldu da yat zıbar lan dercesine attım çantaya. bu arada laf aramızda, adı üstünde saray gezerken o havaya bürünüp sultan edasında yürümeye başlamalar, buğulu gözlerle etrafı süzmeler falan ben böyle başka bi dünyadayım.

uzun süredir denizsizdim:( 2 gün önce gittik ama 2 gündür kırmızı bi kütle şeklinde dolanıyodum ortalarda. güneşte çok kalmışım, takıp ipodu klip çeker gibi havalara fazla girmişim bu yüzden yanık acısı müstehak oldu bana. neyse ki bugün daha iyiceyim. denizde çocuklara yüzme öğretmeceler, tam sıcak kumlardan o buzz gibi suya girince birkaç kadının genç kızın toplu halde su atmaları, denizde yılan var diye bağrışmalar falan.

bunlarla kalmadı. son 1 haftadır deliler gibi bisiklet sürmeye başladım. yıllardan sonra pedal çevirmek acaip mutlu etti beni. evet evet bu duygu kesinlikle mutluluk. nerden baksan 10 yıl vardır çünkü ayrılışımızdan sonra. bununla beraber, araba sürmeye de başladım. acemiliğin özellikle araba sürerken çok göze battığını gördüm. çok sinir bozucu! hele babayla araba sürmeyi öğrenmek hep zordur, ah bu zorluğu yalnız yaşayan bilir. sırf adam sinirlenmesin diye 2 günde kaymak gibi araba sürmeye başladım yeminle. tek güzelliği bu yani, babayla araba sürmeyi öğrenirsen babayı almazsın, deli manyak bi şoför olursun!

artık istop etmiyorum!

artık geri geri de gidebiliyorum!

artık bıraksan tek başıma arabayı çalıştırıp gidip gelebilirim! ama gözünü seveyim insansız, arabasız, kedisiz ineksiz falan bi yol olsun. onun dışında tamam yani!

ve ben artık ehliyet istiyorum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder